Akıl, aşk ve İnsan: Ümit Aktaş’ın Romanları

Akıl, aşk ve İnsan: Ümit Aktaş’ın Romanları

Fazıl Baş
 

 

    Ümit Aktaş’ın romanları, daha önceden tanımlamaya çalıştığımız şekliyle “uyanış romanları” kategorisi altında değerlendirilebilir.1 Burada uyanış romanlarıyla kastımız, bir bireyin bütün hayatını, kendi bireyselliğinin sınırlarının ötesine geçerek, çevresinin içinden geçtiği sorunlar, çelişkiler ve çıkışsızlıklar üzerinden yaşamasıydı. Yani içinde bulunduğu dünyada yapılan tartışmaları kendi bireyliğini ve biricikliğini de kurmak yoluyla kendi üzerinde yeniden ele almasıydı. Bu bir yandan bireyin yetişme sürecine; diğer yandan ise kendisini içinde bulunduğu çevreye söz konusu çıkışsızlıktan ya da yaşanılan trajediden çıkma yolunda bir yol olarak sunabilmesi anlamına gelmektedir. Bu bir dönüşüm sürecidir. Önce düşersin sonra yükselirsin. Bir hayattan çıkıp bir diğerine girersin. Aktaş’ın, biyografisini okuma serüveni üzerinden kaleme alarak bize daha önceden bu tarz bir metin sunmuş olması da aslında bu durumla gayet örtüşmektedir. Ki Okuma Serüveni’ni2 de bu sebeple uyanış romanları arasında saymamız için hiçbir engel yoktur.Aktaş’ın romanlarının kahramanları da hem kendilerine ait bir dünya yaratma peşinde koşarlar hem de bu süreci etraflarında olup bitene bir cevap olarak sunma derdindedirler. Bireyi sarmalayan dünyayı ise burada en geniş manası ile düşünmek gerekiyor. Bu modernleşmeye, batılaşmaya maruz kalan belirli bir toplum olabilir. Fakat Aktaş’ın romanları çerçevesinde bunun daha çok, bireyin insanı insan yapan temel değerleri kendi bünyesinde tartışması şeklinde olduğunu görüyoruz.
Adem romanı bu son değindiğimiz nokta için biçilmiş bir kaftandır. Aktaş bu romanında Adem (as) kıssasını yeniden ele almış, Adem’i bu tartışmayı yapabileceği simgesel bir konuma oturtmuştur. Bu yeniden ele almayı, Ali Şeriati’nin İslam Sosyolojisine Giriş kitabına benzetebiliriz biraz. Zira Şeriati bu kitabında (ve bu konuya değindiği diğerlerinde) yine söz konusu kıssayı günümüzde yaşanan sömüren-sömürülen ilişkisini anlamak üzere Marksizmden de faydalanarak somut bir düzleme oturtmaya çalışmıştır. Şeriati’nin yaklaşımının tartışmalı olması bir yana, bu somutlaştırma çabası her halükarda bir öneri olarak karşımızda durmaktadır. Aktaş’ın romanı ise benzeri bir somutlaştırmayı (bir anlamda bu öneriyi takip ederek), Şeriati’nin izlediği yoldan farklı bir şekilde gerçekleştirir. Adem (as) ilk insan olduğuna göre, onun soyundan gelen her beşer insan olma yolunda onun geçtiği imtihanlardan geçecek, onun uğradığı duraklarda duracaktır.
Rüya ise bu sefer daha yeri ve zamanı belli bir dönemden seslenir bize. 20. asrın ortalarında Türkiye’de geçer hikaye. Karşımızda doğululuk-batılılık, şehirlilik-köylülük gibi daha somut ve bugün hemen her gün karşılaştığımız çelişkiler vardır. Fakat bu romanda da gaye değişmez. İnsanı insan yapan nedir? Asıl soru bunun etrafında gelişir. Adem’in yazgısını ve çabasını bu sefer başka bir dönemde farklı bir insanın üzerinden görürüz. Fakat burada “İnsanı insan yapan nedir?” derken basit bir hümanist arayıştan söz etmiyoruz. Hakikat etrafında şekillenmiş bir sorudur bu. Geçici ve insanın kendi kurguladığı bir sorumluluk ve otorite anlayışının ötesinde hakiki sorumluluğumuz nedir, gerçek otorite nerededir? Yaşanılan aşk, taşıdığımız ahlak, kullandığımız akıl hep bu soruların çerçevesinde bir yere oturacaktır.
 
Bir başına insan
Aktaş’ın kahramanları yalnızdır. Her ne kadar daha sonraları etraflarında başka insanlar olsa da, bu insanların varlığı bile onların yalnızlığını tam olarak gideren bir anlam içermez. Adem, kabilesinden Havva ile beraber ayrılır. Havva’yı kaçırır daha doğrusu. Sonradan çocukları olur ve giderek bir inanç toplumu (ümmet) oluşmaya başlar etrafında. Ama her adımda yeni bir sorumluluğu tek başına göğüsleyecek olması onu çevresindeki insanlardan ayırmakta, her an tetikte durmasına yol açmaktadır. Bir yandan öğretici konumuna yükselirken diğer yandan sürekli yeni bir şeyler de öğrenmektedir. Rüya’nın kahramanı ise Adem gibi bir toplum oluşturacak değildir etrafında sonuçta. Çevresi bir ya da en fazla iki üç kişiyle sınırlıdır. Fakat çevresindeki bu insanların da onunla bütünleşmekten uzak bir şekilde başka çelişkilerle yüzleşmesi yine kahramanın yalnızlığını her ilişkinin sonunda perçinler.
Yalnızlık temelde bir isyanın sonucudur aslında. Çünkü bireyin çevresindeki alışkanlıklar, töreler ona zaten bunlara uysa hazır bir hayat sunacaktır. Fakat bireyin aklı ona bu ilişkilerin kendisini onlara teslim etmeyi hak etmediklerini söyler. Bu yüzden de bulunduğu çevre içinde uyumsuz biri olarak ortada kalır. Bu uyumsuzluk başlarda bireyi edilgen bir konuma itse de, çevreden kopuş onu daha etkin bir konuma getirecektir. Fakat bu sürekli kendini tekrar eden bir süreçtir. Her yeni adımda onu uysallığa sevk eden şartlara yeniden direnmesi ve edilgenliğe düşmemesi gerekir. Bunu başardığı ve Rüya’da olduğu gibi başaramadığı anlar vardır.Etkin olmaya başladıkça ise üzerindeki sorumluluk artar ve sahte ilişkilerden teslim olacağı hakikate doğru yol aldığını fark eder. “[S]orumlu olmanın yazgısına boyun eğmenin bir başkaldırıyla ortaya çıkması ise nasıl da ironikti,” diyor Adem (Adem, 102). Asıl özgürlük, hayat bir anlama kavuştuğunda ortaya çıkar.
Aklıyla isyan eden insan ikinci adımda karşısında aşkı bulur. Adem’in Havva’yı, Rüya’nın kahramanının Gül ya da Rüya’yı bulması gibi. İnsan yalnızca aklıyla insan olmaz zira. O meleklerden daha üstün, hayvanlardan daha aşağı olabiliyorsa, bu onun “kösnüllükle aklın bir garip birleşimi” (Rüya, 104) olmasından ileri gelir. Akıl ve içinde şehveti de barındıran aşk arasındaki bu sarkaç, insanın paradoksunu oluşturur. Sürekli kendisini bir trajediye doğru sürükler insan. Fakat bu trajedinin çözümü salt ikisinden birinde değildir. Bunların da ötesinde bir sırda yatar. Rüya’da kahramanın lise yıllarındaki iki arkadaşından Ozan akla, Gül ise aşka hitap eder. Fakat sonraları bu ikisi ile de yolları ayrılır. Öğretmenlik yıllarında karşılaştığı Rüya ise, bu ikisinin biraraya geldiği bir sır oluşturur onun için. Kahramanın aşık olduğu resim öğretmeni, ressam Rüya, bu aşka açıkça cevap vermez ve bütün iletişimleri neredeyse entelektüel bir düzeyde kalır. En sonunda yolları ayrılmak zorunda kalsa da, en azından romanın kahramanı bu tecrübesinden bir cevap üretir kendisine.
Rüya aynı şekilde Adem’de de kilit bir roldedir. Adem (as) kıssasından bildiğimiz meleklerin secdesi, İblis’in isyanı, yasak meyvenin tadılması gibi olayların hepsi rüyada yaşanır. Rüya bu anlamda Adem’in aklıyla kabilesine isyan ettiği, Havva’ya aşık olduğu ve bir uyarıcı (peygamber) olarak sorumluluk aldığı, kısacası ilk insanın ortaya çıktığı her anda ona yol gösterir. Düğümü Adem atar, rüya düğümü çözer.
Burada insanın yalnızlığına dönersek son olarak şunu söyleyebiliriz: insanın demir atıp orada nihai olarak kalacağı son bir liman asla yoktur. Hayat bir mücadele olarak devam edecek, insan da hayat içinde aklı ve aşkıyla karşısına çıkan imtihanlardan geçecek, omzuna yüklenen sorumlulukları yerine getirecektir. O yerleşik bir hayata geçmeye çalıştıkça, karşılaşılan çelişkiler ve hatta yenilgiler onu göçebe olmaya zorlar. Ne Adem ailesiyle birlikte dahil olduğu yer altı toplumuna ait olabilmiş, ne Rüya’nın kahramanı idealist bir şekilde öğretmenlik yapmaya gittiği kasabada barınabilmiştir. İkisinin de önünde artık yeni mekanlar, yeni imtihan ve sorumluluklar vardır artık.
 
Ağır roman
Aktaş’ın romanlarında olayların arkaplandan ilerlediğini söyleyebiliriz rahatlıkla. Önde ise bir düşünce tartışması yaşanmaktadır. Düşünce romanları diyebiliriz hatta bu kitaplar için. Diyalog neredeyse hiç bulunmaz. Diyaloglar da bu düşünce tartışmasının içine serpiştirilmiştir. Olayların gerilimi bu önplandaki düşünce nedeniyle neredeyse hiç hissedilmez. Bu durum özellikle Rüya için geçerlidir. Mesela kahramanın, öğretmenlik yaptığı kasabada polisler tarafından gözaltına alındığına şahit oluruz. Fakat bu birden çıkar karşımıza, sanki çok beklendik bir olay gibi. Bunun gerilimini ise, düşünce eğer burada yeni bir yöne girdiyse duyarız biz. Yapılan gülünç suçlamaları yadsır ve önemsizleştirir. Burada kendisine dönerek daha hakiki bir yöne parmak basmak ister, dışarıda olan bitenden ziyade insanın kendi içindeki tartışma daha önemlidir zira:
 
Allahım! Bu nasıl bir suçlama? Ben ki sevgimi söyleme yürekliliği ve aşk için savaşma erdemini gösterememiş biriyim. İşte, yargılayacaksanız bunlar için yargılayın beni; annemi döven babamın karşısına çıkma cesaretini gösteremeyişimi yargılayın, Ozan’ın yanında, Bey oğlunun karşısında duramadığım, Gül’e olan sevgimi söyleyemediğim için yargılayın, militarizmden nefret ettiğim hâlde bir kuzu gibi askere gidişimi yargılayın! (…) (Rüya, 169)
 
Aktaş’ın romanlarındaki bu düşünce ağırlığı, bir entelektüalizmi de beraberinde getirmiştir. Aslında Adem’de geride duran bu durum, Rüya’nın kahramanın da buna elverişli olmasıyla (hayatı neredeyse kitaplar arasında geçen bir felsefeci) bu romanda çok baskındır. Bütün tartışmalar geçmişten günümüze ortaya konulmuş düşüncelerin arasından süzülerek çıkar karşımıza. Dili de bu entelektüalizmi fazlasıyla yansıtır. Uzun (ve bazen de zorlama) tasvirler, uzun cümleler, alıntılanan düşünceler sıkça karşımıza çıkar. Tabii asıl mesele burada entelektüalizmden ziyade, romanların bu düşünce tartışması zeminini asla yitirmemeleridir. Bunda romanların bir dış sesle anlatılması da büyük bir rol oynamaktadır, zira bu dış ses romanın başından itibaren yazarın konuya hakimiyetini bize tamamıyla gösterir. Bu Adem’in giriş bölümünde olduğu kadar, Rüya içinde zaman zaman anlatımın ben’den o’ya dönüşmesinde de açıkça görülmektedir. Bütün bunlar, romanların okuyucudan ağır ve hazmedilerek okunmayı talep etmesini de beraberinde getiriyor.
 
Sonuç yerine
Ümit Aktaş’ın bugün elimizin altında olan iki romanı Adem ve Rüya merkeze aldığı bir tek kişi üzerinden insanın nasıl, hangi şartlarda insan olduğunu hakikat üzerinden ve akıl ve aşk çerçevesinde ele almaktadır. Özellikle bu tek insanın kendi üzerinden insanoğlunun ve içine dahil olduğu çevrenin yazgısını tartışması önemlidir. Daha önce de belirttiğimiz üzere, Aktaş her ne kadar insanı, insan oluşu merkeze alsa da bunu soyut bir düzlemde yapmaz. Merkezde her zaman için hakikat ve sorumluluk peşinde koşan bir insan vardır. İnsanın yapay düzeninden Allah’a (cc) yönelen bir insandır bu. Adem (as) kıssasını yeniden ele aldığı romanda Adem, ilk insan olma vasfıyla Aktaş için tartışmanın merkeziliğini oluşturacak bir karakterken, Rüya’nın kahramanı günümüz şartlarında bunun örneklenmesi anlamına da gelmektedir. Özellikle romanda zaman ve mekan daha da belirginlik kazandıkça, romanların düşüncesinin etkisi de artmaktadır, artacaktır.
 
Kitabiyat
Aktaş, Ümit, Adem. Çıra y. İstanbul, 2009
---, Rüya. Okur kitaplığı, İstanbul, 2010
 
Fayrap, sayı 30, Ağustos 2010, s. 27-29
 
1             Uyanış romanları dosyası için bkz. Fayrap 4, Mayıs-Haziran 2006.
2             Ümit Aktaş, Okuma Serüveni. Çıra y. İstanbul, 2009.