Aşka Uyanan Kalp ve Hakikati Arayan Akıl: Rüya

Aşka Uyanan Kalp ve Hakikati Arayan Akıl: Rüya

Adil Varol

“Romanın bütününün yaptığı ise, eğer iyi bir romansa, değerlere göre sürülen yaşamı da kapsamına almaktır.”1

 

Giriş

Son yılların edebiyat ortamında, özellikle de, roman türünde bir popülere doğru bir kayma olduğu gerçeği herkesin malumu bir durum. Bu durumun halihazırda tartışılan birçok nedeni var. Bu gerçeğin gölgesinde sahih olana, sağlam ve sıkı olana ilgi ise her geçen gün azalmaya devam ediyor. Roman geniş kitlelerin algısında hala ‘eğlendirici/eğlenceli’ vasfını koruyor. Hal bu iken, bir taraftan A.H. Tanpınar gibi ustalar her geçen gün kitleler tarafından daha çok keşfedilirken, bir taraftan da bazı kalemlerden sağlam ve sıkı romanların ortaya çıkışına sevinerek şahit oluyoruz. Kolay olana yeltenmeden, bilgi ve emek yoğun nitelikli eserlerle umudumuzu taze tutan kalemler iyi bir nedene dayanarak eser koyuyorlar ortaya. Düşünce insanı, şair ve yazar Ümit Aktaş ‘Rüya’ isimli romanıyla ilk romanı ‘Adem’ sonra yayınladığı ikinci romanıyla böyle bir esere imza atanlardan. Aktaş’ın “Oyunun tüm kurbanlarına...” ithafı ile açılan romanının anlatısı bir rüya ile başlıyor. Olaylar zinciri bakımından çok katmanlı bir kurgusu olmasa da, karakterlerinin çok katmanlılığı nedeniyle çok derinlikli bir anlatıma sahip bir roman Rüya. Bu anlatım zincirinin içerisinde okur zihni sürekli genişlemek zorunda değil. Ancak anlam katmanlılığı açısından okur, zihnini her türlü sondaja açık hale getirmek zorunda. Çok fazla karakter yer almıyor romanda; anlatıcı karakterin bile adı tek bir kez olsun geçmiyor. Bu durum aynı zamanda yazarın anlatıcı karaktere yüklediği sorumluluğu arttırıyor ve karakterler çok yönlü bir kişiliğe bürünüyor.

 

Romanın yazılışı için iyi bir neden

Romanın yazılışının iyi bir nedeni olduğunu düşünmek için daha okumaya başladığınız ilk anda ikna oluyorsunuz. “Her insanın dünyaya onunla uyandığı, hayatının anlamını yoran ve yönlendiren, iliklerine dek işleyen bir düşü, bir rüyası vardır; adanmışçasına ona, izler adımlarını; kimi tanrısal bir uyarı, kimi de yol gösterici bir çağrı olarak tecelli eden.” Sözlerini romanın giriş cümlesi olarak açıklayıcı bir neden olarak görmek mümkün. Yazarın da bir düşü, bir rüyası vardır aslında; hayatın içinden gerçekliği ile süzülüp gelenleri bir hakikat arayışı içerisinde ele alarak bir kurgu içerisinde muhatabı olan okura sunmayı daha da ötesinde okurda bir karşılık bulmayı amaçlamaktadır. Beyhudeliklerin uzağında bir yer aramaktadır kendine yazar; ancak bu arayışın meyvesini bir bulunç olarak vermektense tamamen hayatın gerçekliği ile hesaplaşarak kendi varlığını duyumsayabileceği bir zemini var etmeye çalışır. “Roman yaşamdan daha gerçektir, çünkü romana aktarılmış bulunan yaşam, seçme ve düzenleme yoluyla belli bir bakış açısından sunulmuş, kendi içinde bütünlüğü ve anlamı bulunan bir yaşamdır.”2 sözleri ise tam da bu zemini var etmeye çalışan yazarın bir gerçeklik ve hakikat algısına açılan çabalarını ifade eder.

Hakikat algısını yaratan, dahası okur ikna eden karakter ve olayların işleniş mantığıdır. “Romanın yoğun, boğucu insancıl niteliğinden uzak durulamaz; insanla roman iç içedir; bu gerçeğin yol açacağı yüceltici ya da alçaltıcı durumlardan kurtuluş yoktur; insan eleştiri de bu durumları hesaba katmak zorundadır. İnsanlardan tiksiniyor olabiliriz; ama onları romandan atacak, hatta temizleyip arıtarak kullanacak olursak, kitabımız canlılığını yitirir, bir sözcük yığınına dönüşür.”3 diyor E.M.Forster. Ümit Aktaş’ın romanının kurgusundaki karakterler de tamamen gerçeklikle ve hatta gerçekliğin ötesinde bir varlık kazanır. Kelimelerin ruhunu duyumsamak mümkündür yazarın anlatımlarında ve hiçbir cümle sözcük yığınlarına dönüşmez. Kelimeler cümlenin yapısı içerisinde farklı birer asalete bürünürler. Öyle ki, dilin tüm tuzakları kolayca boşa çıkar; çünkü sunî olana asla pirim vermez yazar. Doğallığı onun düşünce dünyasının derinliğinden doğar. Ve yazar bunun tamamen farkındadır. Bu farkında oluş durumu yazara sağlam bir kurgu oluşturma imkânı da veriyor.

 

Aşka uyanan kalp

Rüya bir aşk romanı aslında ve bir o kadar da hakikat arayışı ile kuşatılmış bir anlatımı da zorluyor. Aşk, romanın tüm anlatılarında bir izlek olarak kendini var ediyor da diyebiliriz biz buna. Zaten yazar bu durumu romanın bazı bölümlerinde okura hissettirirken bazı bölümlerde de doğrudan ifade etme gereği duyuyor. Mesela, aşk romanı bağlamında aşk kavramı üzerinde eleştirel bir yaklaşım ortaya koyuyor yazar: “Aşk Romanı! Sözcükleri ne kadar da rahat ve ucuza kullanmaktasınız. Okunmamış olmasını koyalım bir yana, ama şayet okunan şeyin özü kavranmıyorsa buna kim okuma diyebilirdi. Hem aşk deyip geçiyorsunuz! Bu bir köylünün şehvetimi, bir sevdâmı, tutkumu, tanrısal bir aşk mı, erotik bir kapılma mı? Hayır! Hiçbir şeyi böylesine hafifletmeye, ucuzlatmaya hakkımız yok.” Aşk, güçlü bir izlek ve her şey onun üzerinden gelişiyor ve gelişmeler iyi bir okuma ve düşünme imkânı veriyor. Hatta bu bazen farklı perspektifler oluşturularak güçlü bir özgürlük isteğine kapı aralayabiliyor. Ve hatta, tarihsel bir dönemin üzerinden ‘aydınlanma’ya varacak kadar güçlü bir gönderme yapma ihtiyacı doğurabiliyor yazarda.

Rüya ile aşkı, tarihsel bir zemin üzerinde somutlaştırarak tarihi figürler aracılığıyla imgesel bir anlatıma da başvuruyor yazar. “Rüya deyip geçmemeliydi. Koskoca Osmanlı İmparatorluğu’nu kuran da Osman Bey’in gördüğü bir rüya değil miydi? Bu rüya üzerine Şeyh Edebali’nin kızıyla evlenmiş, tıpkı bir çınar gibi görkemli ve ölümsüz bir devlet bu evlilik üstüne temellenmişti.” Yine bu somut zeminden hareketle imgeselleşen anlatım yazarın anlatı arasında doğrudan serzenişlerine de kapılar aralayabiliyor bazen ki, idealize edilmiş düşünsel bir birikimin yansımalarını okumak da bu serzenişte mümkün hale gelebiliyor. “Bizlere miras kalan şu köylü kurnazlığı ve kişilik yoksunluğu, vurdumduymaz ve nemelazımcı, öfkesini ve umudunu, aşkını ve inancını yitirmiş şu ablak yüzler, İmam Gazali tarafından öngörüldüğü gibi sonsuzca bir düşüşün bakiyesi değil mi? Nasıl yitirdik umranımızı ve kazanmak için nasıl bir yüreklilik ve sabırla koyulmalıyız yola.” Sözleriyle aşkı ve özgürlüğü aynı paralelde işaretleyerek bireysel ve toplumsal olana aynı dikkatleri çekmeyi başarıyor yazar.

 

Hakikati arayan akıl

Ümit Aktaş şiir ve yazın alanını bir bütün olarak algılayan ve yılların birikimiyle ortaya koyduğu şiir ve yazının temalarında bir geçişkenlik vardır. Bu durumda Aktaş’ın aynı zamanda bir düşünür yazar olarak bir düşünce sistematiğinin varlığından bahsedebiliriz. İşlediği konuların günübirlik genelgeçer konulardan uzak olması yazarı ayrı bir yerde konumlandırmayı gerektiriyor. Bu nedenledir ki, Aktaş’ın şiirsel ve felsefi bir anlatımla ve de, derinlikli üslûbuyla yarattığı ‘Adem’ gibi ‘Rüya’ da aşka uyanan bir kalbin ve hakikati arayan bir aklın romanıdır. Belki de roman üzerine ince düşünülmüş şu sözler bu gerçekliğin daha belirgin kılınmasına yardım edebilir: “Evet… yazık ki öykü anlatır roman. Öykü romanın temelidir; öykü yoksa roman da yoktur. Bütün romanların en büyük ortak yönü budur. Keşke olmasaydı; keşke en büyük ortak yön ‘ezgi’ gibi, ‘gerçeğin kavranması’ gibi değişik bir şey olabilseydi de, bu basit, ilkel nesne olmasaydı.”4 Gerçekliğin kavranması ve kavratılma çabasına şiirin dili eşlik eder ‘Rüya’da. ‘Rüya’ akla zaman zaman eşlik eden şiirsel bir dil tercihinin ürünü olarak görülebilir. Şiirin eşlik etmediği bir dünya ve hakikat algısının mümkün olmadığı bir yazın tasavvuruna sahiptir aynı zamanda yazar. Ki, bu hakikat algısı yazarın yaşamı anlamlı kılma çabasını pekiştirir.

Toplumsal hiyerarşinin ortaya çıkardığı iktidarın ayartıcılığında ve kuşatıcılığında nasıl bir algıya ve yönsemeye ulaştığını anlatırken geleneksel bir kodlama yapmayı da ihmal etmiyor yazar. Zaman zaman anlatılarında ana karakteri üçüncü ağızdan anlatan yazar toplumsallığın hiyerarşik kodlarını yine ana karakter üzerinden verir: “Kimin nerede duracağı bile belirlenmiştir. Beylerin önünden nasıl geçileceği, paşalar ile nasıl konuşulacağı, kadınların nerede durup nerede yürüyecekleri.” Küçük bir kasabada da olsa büyük kentlerde de olsa bu toplumsal hiyerarşinin iktidar paydaları genelleşmiş ya da gelenekselleştirilmiş yapısı ile hep aynı işleyişte ve görünümde hayatiyet gösteriyordur. Bu iktidar zemininde kendine bir yer edinememenin getirdiği zorunlu huzursuzluk duygusu romanın ana karakterini bir saflık arayışına itebiliyordu: “Kasaba içerisinde giderek daha somut bir biçimde sezinlemekte olduğum bu ayrışma, sanki beni de, dedemin ve babamın örtük söylemlerinde de empoze edilmeye çalışıldığı gibi, bu taraflardan birisi içerisinde yer almaya zorluyor, ya da çekiyordu.” Hayatı yeni tanıyan bir gencin yaşadığı çelişkiye bir örnek olarak verilebilecek bu sözler belki de toplumun önemli bir kesiminin yaşadığı çelişkilerin ilk adımı olarak bir başlangıcı işaret etmesi bakımından önemlidir.

 

Rastlantıların diyalektiği

Anlatılar arasında bazen düşünsel bir atmosferin içinde derin derin solumak gerekebilir ‘Rüya’da. Kesin bir sonuç algılamasından çok düşünmenin antikonformist ortamında dolaşarak kendinize yer edinmeye çalışabilirsiniz mesela. Rastlantı, denilen şeyin aslında hiç de bir rastlantı olmadığı gerçeğinin altını çizili bulabilirsiniz. Hayat tüm gerçekliği ile karşınızdadır ve bu gerçekliği tanımanız için kılavuzluk edebilecek güçte metinlerle yüzleşmek zorunda kalabilirsiniz Aktaş’ın anlatılarında: “Hayatın rastlantılarla örülen ve bizi şaşırtan kendine özgü mantığı çoğu kez anlayamadığımız, anlamak istemediğimiz, ama belki de hayatımızı yönlendiren asıl yüzüdür. Nerede doğacağımız, kimlerle karşılaşacağımız, hangi zaman veya mekânda yaşayacağımıza dair olan bilgisizliklerimiz hayatı hep şaşırtıcı kılar, rastlantı der, geçeriz. Ama biz her ne kadar vakıf olamasak da rastlantıların da bir dili, hatta bir diyalektiği vardır.” Analitik bir metinmiş gibi dursa da okuduklarınız, karşınızda aslında hakikate uyanma arzusundaki bir aklın fark edilmeyi uman bir arayışıdır. Yazar felsefi bir kurmacanın ötesinde şiirsel bir dille anlatmak ister arayışını bazen de: “Kim bilir, belki de tüm bunlar belirli bir karmaşa içerisinde dağıtılmış, bize sürprizler yapmaktan mutluluk duyan Tanrı’nın bir oyunu da olabilir. Zira bir labirent içerisinde dolaşan, bilemez labirenti oluşturan mantığı; ama hiçbir labirent de mantıksal bir temelden yoksun değildir.” Bu sözden hareketle pozitivist aklın hükümranlığına da karşıdır yazar aynı zamanda; hayatın her yönüyle rasyonalize edilemeyeceğini, kısmen edilse bile bu gerçeklikten yana tavrını da esirgemeyeceğini söylemeyi de ihmal etmez: “Çünkü hayat simetrik dengelerle hakkaniyetin korunduğu bir kabullenirlikte olsaydı, bunca çabaları haklı kılan ve harekete geçiren saikler de ortadan kalkardı. Keşke kalksaydı diyebilirsiniz, ama hayatı güzelleştiren ve diri kılan biraz da bu haksızlık, çelişki ve açmazların yol açtığı bunalımlardan kurtuluş arayışları değil midir?”

 

Aşkın paradoksu ve iktidar

İktidar kavramına dair ne söylenebilirse bir romanda, romanın ana karakterine belki de, en çarpıcı olanını söyletiyor yazar: “İktidara tutkulu değilsen hep acı çeken taraf olursun, hele bu zaafını bir kez ele verirsen acımasız bir sömürünün nesnesi hâline gelmen işten bile değildir.” İktidarın en büyük motivasyonlarından biridir şüphesiz aşk. Böyle olduğundan olsa gerek aşk ve iktidar takip mesafesini sürekli koruyan iki kavram olarak varlığını sürekli okura duyurur. Aslında kavram olmaktan öte yaşanan gerçekliğe tekabül eden, örnekleriyle somutlaşan iki ayrı varlık gibidir aşk ve iktidar. Oyundur aslında işin özü ve her şey bunun üzerine bina edilmiştir. Gerçeklik kendini duyumsatmadan yittiği ölçüde oyun da kendine bir anlam ve iktidar alanı açmaya yönelecektir. “Oysa hayatı gerçekliğe açan işte bu oylumlar, hatta oyunlardır. Aşk ve iktidar oyunları. Hayat bir oyundur çünkü; Kuran böyle söylüyor. Bir oyunsa o zaman fazla kafanı yormaya, ciddiye almaya değmez; ama umursanmalıdır yine de; çünkü işin ucunda dünya ve ahret rüsvalığı var.” Yazarın kendi düşünsel çizgisi ve inanışındaki referansları da içeren bu sözler bir uyarı niteliği taşısa da, hayatı Kuranî perspektiften bir sorgulama ve yorumlama isteğinin tezahürü olarak da okunabilir. Yani biz buna iman merkezli bir aşk ve iktidar sorgulaması da diyebiliriz.

İktidar alanının tanımlandığı ya da konuşulduğu her durum bir sorunsala işaret eder. Yazar romanın hemen her anlatısında ‘iktidar’la bir şekilde bir ilgi kurmakta ve meseleyi çok katmanlı bir yapıda derinliğine anlamaya ve duyumsatmaya çalışmaktadır: “Çünkü iktidar kavgası en soylu amaçları bile kendisine benzeştirerek tüketmekteydi.” Tükenen o kadar çok şey vardır ki, özgürlük gibi soylu amaçlar da iktidara endekslendiğinde yok olup gidebilmektedir. Bu durumda yazarın iktidarın yanında aşka açtığı pencereden neler görünüyordur? “Peki ya aşk, aşk bunca acının, bunca yoksunluğun, bunca haksızlığın üstünü örtebilir, küllendirebilir mi? Çok yüceyi ararken elimizin altındaki güzellikleri görmezlikten geldiğimizin, hatta yitirdiğimizin farkında değil misiniz?” Yine bir sorgulamayla devam ediyor yazar ve etik ve estetik yargılarda bulunuyor: “Aşkı güzelliğe koşmanız, her iki duyarlılığı da mecraından çıkarmak olur. O zaman aşk salt güzelliğe duyulan bir kapılma, ya da daha kötüsü güzelliği elde etmeyi amaçlayan bir bayağılığa düşer. Güzellik ise asla anlaşılamaz bir şey olarak kalır.” Böyle sorgulamalarla aşkı ve iktidarı paradoks bir birliktelikte anmayı uygun görüyor. Bu paradoksa dair önemli bir atıfta daha bulunuyor yazar: “Aşkın paradoksu da buradaydı işte. Bir iktidar kavgası olmaya çekildiğinde aşk, artık aşk olmaktan çıkıyor, bir aşk oyunu, hatta bir iktidar kavgası stratejisine dönüşüyordu. İktidar çünkü, hayatı oyunlaştırarak yönetilenleri razı etmek gibi büyülü bir formüle sahipti.

Oyuna razı olduğunuzda tüm sahici edimlerinizi, duygularınızı ve kişiliğinizi yitiriyordunuz; razı olmadığınız zaman ise ya yabanıl bir savaşım içine giriyor, ya da aşkınızdan ve inancınızdan oluyordunuz.”

 

Aşk ve mükemmeliyetçilik

“Sanılanın aksine, hiçbir aşk sevilen yüreği bize aitleştiremez; belki de daha bir yabancılaştırır, öfkelendirir, hatta düşman kılar bize. Aşkın, bizi tüketen o sonu gelmez fetihçiliğinin galibi kim olursa olsun, bellidir ki kazanan da, daha şimdiden yitirmiştir utkusunu.” Bu sözler bilinenlerin ötesinde farklı bir perspektiften söylenmiş çarpıcı bir şekilde insanı yakalayabilecek derinliktedir. Aşk’ın yenilgi ile ödeş kılınmasının ya da anılmasının altındaki gerçekliğe işaret etmesi bakımından da ilginçtir. Aşk’ın ulaşılmazlık ya da uzlaşılmazlık paydaları ise insanı çoğunlukla mükemmeliyetçi bir yaklaşıma ve inanışa götürebilmektedir: “İnsanî aşkın sonunu getiren mükemmelliyetçilik arayışı, tanrısal aşkı yegâne seçenek hâline getirmekteydi belki. Bu öylesine paradoksal bir durumdu ki, mükemmel olduğuna inanmadığınız birine âşık olamıyor, yine bu mükemmellik sanrınızdan ötürü de düş kırıklığına uğruyor ve sevdiğinizden uzaklaşıyordunuz. Bir insanda aradığımız, ütopik bir biçimde olmasını beklediğimiz mükemmelliği bulamadığımızda uğradığımız düş kırıklığı, aşkın yol açtığı bir baş dönmesinin yarattığı bu düşüş, sonuçta elimizde varolanları da kırıp döktüğümüz, dahası yitirdiğimiz yersiz bir öfkeye yol açmaktaydı.” Bu sözler de, aslında aşkın mükemmelliğine dair söylenenlerin ve yazılanların özeti gibidir.

 

Aşk ve özgürlük: iki hain kardeş!

Birçok çetrefil konuların çok fazla derinlere inilerek tartışmaya açılması ise yazarın meseleye bakışı itibariyle bir imkân oluşturuyor. Aşk ve özgürlük gibi iki kavramı birlikte ve aynı anda ele almak yine, yazarın başka türlerde yazdıklarına paralel bir yaklaşımlar arz eder. Aşk’ın özgürlükle kıyaslanması yaşamın en büyük paradokslarından birini de ortaya koyar: “Özgürce bir aşk talebi kadar tanımı da paradoksaldır belki; o zaman ise aşk çoğu zaman tek kişilik, bazen ise iki kişilik bir kölelik ilişkisi olup çıkacaktır.” Burada büyük bir tartışmanın da işaretleri saklıdır ve yazar bunu paradoks kavramıyla belirginleştirir. “Aşk için öldü deriz! Ama özgürlükleri için savaşırken ölenleri nereye koyacağız.” İşte bu cümleden olmak üzere büyük bir tartışmanın da ilk sorusu yazar tarafından ilgili muhataplarına yönlendirilmiş olur. Muhatabın okur olduğuna şüphe yok tabi; ama, anlatı içerisinde doğal mecrası içerisinde şimdilik kendine bir yer edinmiş durumda bu soru.

Sonra, ana karakterin geldiği aşamalardan birine daha tanıklık ederiz: “Ruh bazen öylesi bir çöküntüye uğramaktaydı ki, insan sevdiğinin bile canını acıtmak isteyebilirdi; öylesine bir çirkin yüzümüz vardı işte, bir öfkenin ya da sözümona bir adalet endişesinin arkasında saklı duran; tanık olduğumuzda kendimizi de şaşırtan ve utandıran.” Bu serzeniş öyle bir anda çıkmaz okurun karşısına; artık yaşanmışlıkların üzerine söylenebileceklerin toplamı üzerinden söylenmektedir bu sözler: “Hüsranla biten ayrılışlar ve yeni başlangıçlar nereye kadar oyalayabilirdi ruhumuzu? O zaman bâkî olandaki hakikati nasıl bir dost kılabilirdik kendimize; nasıl arındırabilirdik ruhumuzdaki cürufları?” Bir yıkımın ardından arınma isteği ve geleceğe dair bir umudun belirtileridir bunlar: “Tarih bile ancak geleceğe dair bir imayı içerdiği ölçüsünce anılmaya değerdi, hayata ait olduğunca; yani geleceğe.”

 

Aşkın, sanatın ya da dinin kurumsallaştırılması

Yazar okura aşkı her yönüyle tartışmaya açan perspektifler sunar ki, toplumsal algıların ortaya çıkardığı bazı gerçekliklere işaret etmesi de bu yüzdendir: “Oysa “dinci” olduğu söylenen Ozan bile, “aşk, halkımızın en samimi duyarlığıdır” demekteydi. Din ise aşkı olumlar mıydı? Din, belli ki bir kıvanç ve huzur göstergesi iken, aşk belki çok daha yeğin, ama bir o kadar da gizli tutulan, insanı mustarip kılan ve neredeyse hayatı zehirleyen bir tasaydı.” Din’le toplum arasındaki ‘aşk’ olgusu üzerine bir algı ve yaklaşım sorununu tartışmaya açan bu sözlere, “O nedenledir ki aşkın, sanatın ya da dinin kurumsallaştırılması paradoksal bir tutum olarak özgürleşme imkânını da sabote etmekteydi.” sözlerini de ekleyerek üzerinde düşünülebilirse bu mesele üzerine söylenebilecek daha pek çok şeye de parantez açılabilecektir. Bu parantez açıldığında, belki de içine çok şey sığdırılabilecektir.

 

Şiir, kıskanç bir âşık

İlk romanı ‘Adem’le şiirsel bir anlatımın en iyi örneklerinden birini verdiğini düşündüğüm Ümit Aktaş’ın ‘Rüya’da da aynı özenli bir şiirsel anlatımı ortaya koyduğuna şahit oluyoruz. Neredeyse tüm yazın alanında verdiği ürünlerde dil ve üslûbuna yansıyan şiirsel anlatım Aktaş’ın bu romanında da belirgin bir şekilde hissediliyor. Aynı zamanda bir şair olan yazarın şiire ayrıca dikkat çekmesi ise bir hassasiyet ifadesi olsa gerek: “Şiir çünkü çok hassas bir dosttur, kırılmaya gelmediği gibi sürekli bir ihtimam bekler; kıskanç bir âşık gibidir ve ihaneti asla bağışlamaz.” Bu derin bağlamda şiirin kıskançlığına dair ayrı bir başlık altında söylenebilecek çok şeyler vardır kanaatindeyim.

 

Romanda egemen olan duygu

Şu sözler Ümit Aktaş’ın bu romanını anlamak için iyi bir perspektif sağlayabilir bize: “Romanı roman yapan, anlattığı öyküden çok, kişilerin düşüncelerini eyleme dönüştürmek için kullanılan yöntemdir. Günlük yaşamda böyle bir yöntem yoktur. (…) Dış etkenlerin insan yaşamındaki payını vurgulayan tarih, alınyazısı kavramının boyunduruğu altındadır; oysa romanda alınyazısı diye bir şey sözkonusu değildir; her şey insan yaratılışının gerçekleri üzerine kurulur. Romanda egemen olan duygu, her şeyin, tutkuların bile, suç işlemenin, yoksulluğun, mutsuzluğun bile amaçlı olduğudur.”5 Her şeyin amaçlı olduğu tezini doğrulayacak çok şey vardır ‘Rüya’da. Bunların her birinde farklı olgular üzerinde durulmakta, olguların kökenine inilmeye çalışılmaktadır.

Ümit Aktaş ilk şiir kitabı ‘Cennetten Düşüş’te olduğu gibi yine ilk romanında Adem’in cennetten düşüşünü konu ediniyordu. ‘Rüya’da da ‘düşüş’ teması bazı bölümlerde işleniyor: “Tapınağımın duvarları yıkılmış, ocağım sönmüştü çoktan. Yıldızların cılız ışığı ise yetmiyordu önümü aydınlatmaya. Kayıyor, sürükleniyor, tutunacak bir ağaç dalı, bir kök olsun bulamıyordum; düşmekteydim açıkçası. Adem nasıl düşmüştü acaba cennetten, yoksa her insanın kendine özgü bir düşüşü, Adem’e ait bir yönümü vardı?” Bu cümleden olmak üzere ‘düşüş’ün oyunla irtibatlandırılması ise romanın anlatılarında meseleye farklı bir perspektif sağlıyor. Ana karakterin umduğu aşkın negatif etkileri sonucu oyunun bir aldanışla farkına varılmasına ve düşüşün ‘cennetten düşüş’te olduğu gibi tek başınalığının imkânsızlığına dikkat çeker yazar: “Okuduğum, duyduğum, etkisi altında kaldığım, belki de genlerime işlemiş olan o bir yığın aşk öyküsünce zehirlenmişti kanım. Bu yetmiyormuş gibi, başkalarını da bu aldatıcı gökselliğe çekmeye çalışmakta; başka yüreklerin de bu aldanışın iğvasına kapılmasını istemekteydim. Tek kişilik değildi bu oyun çünkü.” Romanın başından itibaren sürekli bir keşif hali yaşanmaktadır alsında ve bazen büyük keşiflere de varılabilmektedir. Ancak, her keşfin arkasından büyük sarsıntılara muhatap olunmakta ve bazen de sarsıntıların yıkımları arasında kalınmaktadır: “Her keşif bir sürgünlüktür oysa; bıkkınlık, korku ve acı geri döndürmeye yeterlidir zamanı.” Keşifler, tercihleri zorlamakta ve her tercihinde bir bedeli bulunmaktadır: “Yaptığınız seçim, çağırır sizi kendi geleceğine; ve hatta belki de bu gelecektir size belli bir tercihi empoze eden”. Tercihlerin hayatı anlamlı kıldığı ölçüde insanın onun gerçekliğine yazgılı olması ise hakikate açılan bir kapı olsa gerektir. Yazarın vermek istediği mesajlardan biri de burada saklıdır kanaatimce.

Belki şu sözlerle ‘Rüya’nın bundan sonraki okurlarına bir parantez açarak bu yazıyı noktalayabiliriz: “Tıpkı hayat gibi aşkın da bir oyun olmadığı ise, kim ne derse desin, o kadar açıktı ki...”

 

* Ümit Aktaş, Okur Kitaplığı, 2. Baskı, Şubat 2010, İstanbul

1 E.M.Forster, Roman Sanatı, s. 67, Adam Yayınları, Çeviren: Ünal Artür, 2. Baskı, Aralık 1985, İstanbul

2 A.g.e. s.19

3 A.g.e. s.61-62

4 A.g.e. s.64

5 A.g.e. s.85 Alıntı: “Systéme des Beaux Arts, ss.314-315”

Not: Tırnak içindeki ifadeler için dipnot belirtilmemiş, alıntıların tamamı Ümit Aktaş’ın adı geçen romanından alınmıştır.

 

İkindi Yağmuru Dergisi, Sayı 24, Nisan-Temmuz 2010