“Bir derdi olan insanları yazmayı yeğliyorum”

“Bir derdi olan insanları yazmayı yeğliyorum”

Nermin Tenekeci 1971 İstanbul doğumlu (Aslen Kastamonu-Taşköprü’lü). Öyküleri başta Dergâh dergisi olmak üzere Kırkayak, Huruç, Hece, Kafdağı dergilerinde yayımlandı. Anlayış dergisinde dergi tanıtım yazıları yazdı. Özel bir kurumda çalışmaktadır. İlk öykü kitabı Okur Kitaplığı tarafından Kasım 2010’da yayınlandı.

 

 

İlk kitabın hayırlı olsun. Sizi uzun zamandır dergilerden takip  edenler, ilk kitap için epey beklediler. Sizin için ilk kitap arifesi nasıl bir süreç oldu?

Zor ve az yazan biriyim. Bir nedeni bu. İkincisi, her ne kadar dergilerde yayınladığım hikâyeler ilgilisi için iyi kötü bir kanaat ifade etse de, kurgu, dil, üslup, atmosfer vs. her bir öğesiyle hikâyelerimin en olgun örneklerini sunabilmeyi, kitabın sıkı dokunmuş bir örgüye sahip olmasını istedim. Kısacası, ilk adımımı sağlamca atabilmeyi istedim Yoksa’yla. Kimi zaman okurlarca, kimi zaman kitabın kendi yazarınca (bile) ilk kitaplar acemi metinleri olarak görülebiliyor bazen; ya da kitapla ilgili kimi olumsuz saptamalar, onun ilk kitap oluşuna bağlanarak hoş görülebiliyor. Ben yazarlığın ilk karnesi gibi görüyorum ilk kitapları. Bu nedenle de, yazarın o ana kadar edindiği tecrübeyi, hikâye ile ilgili kanaatlerini, kabullerini ve bu yolda kat ettiği mesafeyi, en yetkin, en gelişmiş haliyle göstermesi gerektiğine inanıyorum.

 

Peki, mükemmel mümkün mü?

Tabii ki hiçbir zaman “İşte bu!” diyemeyeceğimiz bir uğraş edebiyat. Her bir hikâye, her bir kitap sil baştan bir emek, gayret demek; her yazı bir ‘dil’, bir ‘dünya’, bir atmofer inşası demek çünkü. Bu tarafıyla, Yoksa’nın hikâyeye ilişkin düşüncelerimi, mesaimi, kanaatlerimi de (olabildiğince) yansıtmasını istedim. Bütün bunlar, işin beni ilgilendiren tarafıydı.

 

Kitabın siz dosyanıza son noktayı koyduktan sonraki macerası nasıl oldu?

Yayıncılar açısından ise, ilk kitaplar hayli düşündürücü, hatta can sıkıcı. Daha önce bir başka söyleşide de belirtmiştim, yayıncılığın artık şirketleşerek devasa boyutlara vardığı ve artık piyasa kurallarının hüküm sürmeye başladığı (daha küçüklerin ise yutulmakla tutunmak arasında bocaladığı), dahası, klasiğin ‘eser’inden modernin ‘ürün’üne düşülen bir ortamda yayıncılar ilk kitaplara daha mesafeli yaklaşıyorlar ister istemez; hele de bu bir hikâye kitabıysa... Bu hengamede, gönderdiğiniz bir dosyayla ilgili geri dönüşüm (dönülürse tabii) aylar, yıllar alabiliyor. Pek çokları gibi Yoksa da bu süreçten az çok nasiplendi. Bu minvalde, Okur Kitaplığı’nı ve genel yayın koordinatörü Ünsal Ünlü’yü anmak isterim.

“Yoksa”yı edebiyat maceranızda nasıl bir durak olarak görüyorsunuz?

Yukarıda bu soruya da cevap verdim aslında. Bunlara ilaveten birkaç şey eklemem gerekirse, on dokuz hikâyeyi bir arada iki kapak arasında görmek, bir kitap bütünlüğü içinde onları yeniden değerlendirmemi, eksiğimi gediğimi saptayarak sonraki çalışmalar için bir güzergâh belirlememi sağladı.

Sizi hikâye yazmaya yönelten temel saik ne oldu? Kendi üslubunu inşa  ederken hangi yazarlardan ilham aldınız?

Yazmak, en iyi ifade biçimi benim mizacım için sanırım; her ne kadar işin keyif kısmı son noktayı koyana kadarki uzun, sancılı bir sürecin peşinden gelse de. Bir de harcayan, unutup giden değil, biriktiren biriyim yine tabiat icabı, ki bu da ancak yazarak teskin olunan bir haletiruhiye.

 

Niçin şiir yahut roman değil de hikâye?

Şair değilim.. o, eşyayı -daha doğrusu dünyayı- daha farklı kodlarla algılama halini, sözcüklere daha kıvrak daha iktisatlı dokunmayı gerektiriyor çünkü.. Roman, benim yazarkenki sabırsızlığıma göre fazla uzun, fazla geveze, dolambaçlı. Aynı zamanda her bir cümleyle neredeyse cebelleşen biri için fazla hırpalayıcı. Hikâye ise, az sözle çok şey anlatan katmanlı yapısı, ‘çağrışım’ın -şiirden sonra- en çok kendisinde maya tuttuğu tarafıyla ayrı bir önem atfettiğim en hesaplı tür. Bu minvalde ben de hikâyeyi şiire yakın bulanlandanım ama elbette kendi kurallarınca, farklı yollarla ilerlenilen bir tür.

 

Yazmaya ne zaman başladınız?

Ciddi anlamda, 20’li yaşlarla birlikte (diğer meşgalelerden fırsat buldukça) hikâye ilgilenmeye başladım. Elbette, bu ilgiyle beraber gerek çağdaşlarından gerek daha eskilerden  bir okuma çabasına giriyorsunuz bir yandan da. Ancak, yazma işini kendinize dert edindiyseniz sizi bu konuda en iyi ‘terbiye’ eden, pişiren unsur, yazdıklarınıza birer kutsal metin gözüyle yaklaşmamanız sanırım. Yazdığınıza kıyabilmek açıkçası, metninize soğukkanlı ve mesafeli bir açıdan bakabilmek. Yazma edimi, son yüz-yüzelli yıldır yazılanla ‘yetinmemeyi’, onu parçalarına ayırabilmeyi, onunla bir hesaplaşma halini beraberinde getiriyor. Ben bu yaklaşımın bana epey mesafe katettirdiğine inanıyorum.  

 

Kolektif çalışmaların size katkısından da bahsetsek?

Son 8-9 yıldır Hasanali Yıldırım’ın önderliğinde sekiz on arkadaşla birlikte yürüttüğümüz yazı işliğinin payını da yeri gelmişken anmam gerekir. Birbirimizin metinlerini darılmaca-gücenmece olmaksızın masaya yatırdığımız bir işlikti bu ve bizlere, en başta bir hikâye bakış açısı edinmede, bir metne yaklaşmada, bir metni kurarkenki teknik unsurları, yapıyı, formu, tekniği kavramada azımsanmayacak katkıları oldu.

 

Kitapta yer alan toplamdan da daha net görüleceği gibi birebir yaşadığınız bir şeyi hikâyelemekten özenle kaçınmışsınız. Niçin? 

Birebir yaşadığım bir durumu yazsaydım bu bir öykü değil anı olurdu. Hep söylenegeldiği gibi, hikâye ‘kurgu’lar, artık anlamlar üretir en başta. Anlatacağı her ne ise, evirir çevirir, dönüştürür değiştirir; bir derinlik katmaya, bir başka boyuta taşımaya bakar. İstesek de istemesek de o artık birebir yaşanan bir an olmaktan çıkar. Düzanlamın değil metaforun diline düşer. İşin doğası gereği, iyi-kötü bir ‘sıçrama’nın olması şart bana göre. 

 

Gerçekçi misiniz?

Bir kategoriye sokulacaksa, neredeyse gerçekçi denilebilecek karakterleri, hadiseleri anlatıyorum aslında. Kısacası, birebir içinde bulunduğum toplumun, büyük şehrin insanları yazılıp çizilenler; en azından kalkış noktası itibariyle. Bu noktayı katlıyor, katmanlandırabiliyorsam ne mutlu. Fantastik öğeleri ağır basan hikâyeler yazsaydım bile illa ki bu hikâyenin bir sacayağı, yere basan bir tarafı olmak zorundaydı.

Ama sanırım bu sorunun örtük anlamı, Yoksa’da neden kendim gibi kahramanların olmayışı.  Yoksa ile ilgili bir başka değerlendirmede “muhafazakâr reflekslerimin” olmadığı söylenmişti.

 

Niçin?

Bu biraz yazıyla, edebiyatla kurduğum bağla, ona atfettiğim yerle ilgili bir durum sanırım. (Hikâye) yazmak -pratik yönüyle- benim için bir hayat-memat meselesi, hele de “varlığımın yegâne temeli”, damarlarımda muhtaç olduğum kuvvet haline gelmedi, bu minvalde bir çabaya bürünmedi. Zaten nasıl bürünsün? Yaşantınız bundan ibaret değil ki. Başka birçok şeye mesai harcamak durumundasınız. Tam burada, “ama zaten bir hikâye yazarının hayata bakış açışı…” ile başlayan itirazlar yükselebilir. Ama işin afaki tarafını bir kenara koyup somut durumlar, somut örnekler üzerinden bakıldığında durum benim için böyle. Kısacası hikâye benim açımdan kendi çapımda, kenarda bir uğraş. Bu tarafıyla da bir düşünceyi temsil gücü payesi edinmedi, böyle bir rol biçilmedi. Kaldı ki bu temsilin araçlarından biri olsaydı, bu vazifeyle donansaydı da bu bir öyküyü ‘kurtarıcı’ bir işlev görmeyecek, daha değerli kılmayacaktı. Çünkü biz yine o hikâyeyi sanatın, edebiyatın ölçütleriyle değerlendirecek, başarılı ya da başarısız bulacaktık.  

 

Ya mensubiyetler? Onlar hikâyelerinize nasıl yansıyor?

Elbette mensubiyetim, değerlerim az çok metnime yansıyor, aksi imkânsız. Bir dayatma haline bürünmemesi önemli olan. Sonuçta hangi düşünceye, hangi eğilime sahip olursak olalım temel sorunlarımız pek değişmiyor; tonları değişiyor belki. Zaten bilinen bir şeyi tekrarlayacağım ama, dışarıdan bakınca sağlıklı, ‘normal’ ama kendi sınırlarımıza çekildiğimizde patlayıveren arazlarımızla boğuşuyoruz her birimiz, benzer bir kıskacın içindeyiz. Kentsel dönüşüm projeleri kapsamında yıkılıp duran binalardan önce, kendi tutamaklarımızın yıkıldıklarına şahidiz. Çocukluğumuzla şimdimiz arasındaki süreçte farkettiğimiz dönüşüm, çözülme bile bazen başımızı döndürüyor. İki kişi bir evi paylaşamaz olduk en basitinden. Gecekonduların dibinde biten rezidanslar, ilkokul seviyelerine kadar düşen uyuşturucular, markete gider gibi gidilen psikiyatrlar, aspirincesine yutulan anti-depresanlar... Dibimizde cereyan eden tüm bu hengamenin, kafa karışıklığının, tüm bu ruh halinin metinlerimize yansımaması mümkün mü?

 

Kitabın ismini taşıyan bir hikâye yok. “Yoksa”yı tercih etme sebebin ne?

Yoksa, günlük dilde gayriihtiyari sıkça kullandığımız bir sözcük. Aynı zamanda, iki durum arasındaki farkı, yahut iki hâl arasındaki belirsizliği, dahası, muallakta, sürüncemede kalmayı en iyi ifade eden kelime. Dolayısıyla yukarıdaki durumu da en iyi özetleyen sözcük. Tabii bu adın kitaptaki hikâyelerin kurgusuyla, tekniğiyle paralel teknik bir ilintisi de var mutlaka.   

 

Konstantin, Müşerref… Yoksullar, yalnızlar, haber değeri taşımayan yahut olsa olsa üçüncü sayfada bir belirip, bir kaybolan insanları anlatıyorsunuz. Bunu bir misyon olarak mı benimsiyorsunuz, yoksa bu kahramanları seçmenizin başka bir sebebi mi var?

Misyon, bir öykü kurgularken en uzak durduğum kelime-kavram, hareket noktası. Bir derdi olan insanları yazmayı yeğliyorum sadece; kabuğu düşürmeyi, onu kaşımayı anlatılır buluyorum. Çoğunluğunun büyükşehir insanları olması gayriihtiyari gelişen bir seçim. Doğduğum, büyüdüğüm, yaşantımı ikame ettirdiğim şehir İstanbul çünkü. Daha farklı bir şehir (ya da kasaba, köy) olsaydı bu defa o yerin dokusunun belireceği hikâyeler çıkacaktı ister istemez.

Aslına bakarsanız, yalnızlıkları, olsa olsa üçüncü sayfada bir belirip bir kaybolmaları, birçoğunun büyük şehirce yutulması, şöyle ya da  böyle olmaları yeni bir şey, matah bir durum değil; hatta tekdüze. Benim için önemli yanı (başarabildiğimce elbette), tüm bu karakterleri amiyane tabirle arabeskleşmelerine mahal vermeyen sağlam bir kurguyla, sıkı bir yapıyla sunabilmekti. Bir yanda üçüncü sayfa insanları, diğer yanda tam da bu noktada devreye girmesi, tecelli etmesi gereken edebiyatın kendi kuralları. Tabii bu ironinin ne ölçüde Yoksa’ya yansıdığı, onu bir başka düzleme taşıyıp taşımadığı tamamen okuyucunun takdirinde; karne notunu onlar belirleyecek.    

 

Hikâyelerinde ‘geçmişe’ özel bir önem veriyorsunuz. Ancak ‘nostaljiden’ ziyade ‘yüzleşmeyi’ amaçlayan bir geçmiş inşa ediyorsunuz. Sizce hikâye bir ‘yüzleşme’ sanatı mı? 

Nostalji biraz pastoral bir fon gibi. Yüzleşme ise “hesaplaşma”yı da barındıran bir kavram. Bir anlamıyla da farkındalık. Yazarken önce kendinin, kendi sınırlarının farkına varıyorsun, sonra yazdığın karakterle bir yüzleşmeye giriyorsun; en önemlisi de bizzat yazının kendisiyle, yazma edimiyle bir yüzleşme içine giriyorsun. Bizzat sanatın kendisi bir yüzleşme, bir farkına varma, bir arayış velhasılı.

Hatıra, hafıza, dimağ, hayal.. bunlarsız bir edebiyat düşünülebilir mi? Bunların bir de ‘tutku’yla birleştiğini bir düşünün! Geçmiş, ironik bir biçimde, hem sürekli dürten-didikleyen en canlı, en tetikte yanımız hem de koparıp atamadığımız en kangrenli tarafımız bizim. Her ne ise, kesinlikle girift bağlantılarla tutunmaya çalıştığımız bir dal. Kitapta, Adada adlı hikâyede geçen, “Değerli bir eşya parçalandığında, en ilkin duyulan, bir an içimizi kavurup geçen o yalım ateşinin bir ömre yayılan isini taşıyorum içimde kırılan şeyler karşısında” cümlesi bu durumu özetliyor biraz. Yoksa’da da hemen her kahramanın, geçmişiyle böyle çapraşıkça bir problemi var.

 

Geçmişe bakışınız nasıl?

Geçmişin kendisinde bir sorun yok belki de.. sorun onunla kurduğumuz münasebet biçiminde. Geçenlerde bir söyleşide dinlediğim bir şey (yazıyla da olan ilintisi bakımından) çok ilginç geldi: şarapnel ile kübizm arasında bir bağlantı kurdu anlatıcı. Şarapnel, daha önceki silah, bıçak, ip vs. vasıtasıyla vuku bulan ölümlerle kıyaslandığında, kendi zamanı için bir devrim, daha doğrusu trajik bir durum hakikaten. Tabiri caizse, bir bütün halinde ölmesine izin vermiyor, parçalara ayırarak, infilak ettirerek ‘yok ediyor’ kurbanını. Kübist bir resimde de bir insan yüzünü parçalar halinde seyrediyoruz. Bence günümüz insanının kendi geçmişiyle kurduğu münasebet de biraz böyle. Parça parça algılıyoruz onu; bir bütünlüğümüz yok. Bu yüzden de bütünlüklü şeyler söylemekten, kurmaktan uzağız. Parçalar üzerinden gidiyor, el yordamıyla onlardan manalar çıkarmaya gayret ediyoruz. Lise yıllarındaki mecaz-ı mürsel örnekleri gibi, yumuşak geçişler kurularak gidilen bir yol da değil bu. Güncel sanat veya kavramsal sanat başlığı altında bir araya getirilen nesneler, özneler, yapıtlar gibi, sert, köşeli, tahrik eden, dürten, teyakkuz haline sokan ironik bir hal. Bir art galerinin yapıtları arasında yer bulan araba lastiğini ya da plastik bir maşrapayı anımsayalım. Bir tuvalin bir yerine kondurulmuş dantel parçasını…

 

Sen de Sev ama Sevilme”, “Mazi Kalbimde Bir Yaradır”…

Yeşilçam çağrışımları da taşıyan şarkı isimleri. Sinema ile aran nasıl? Hangi yönetmenlerden ilham alıyorsun?

Başlıklar, daha çok o hikâyelerde anlatılan kişilerin ruh hallerini, tercihlerini resmediyor. Fazlaca klişe kaçacak ama sinemanın, sahne geçişleri, karakter oyuncuları, örgüsü, kurgusu vs. açısından hikâyeye çok şey kattığı bir gerçek; sıkı filmlerin iyi bir hikâyesi olanlardan çıktığı da. Biri göze, diğeri dile yüklense de ortak yönleri fazla, yakın argümanlardan yola çıkıyorlar, benzer donanımlara sahipler: sekanslar, sahneler, karakterler, gerçeklikle kurdukları bağ, inandırıcılık, süre, kurgu... Üstelik her ikisi de başladıkları ve şimdi durdukları yer itibariyle bir kader birliği içinde (sinema, çıktığı yüzyıl göze alındığında zaten başlı başına modern bir sanat olmasına rağmen). Klasik bir hikâyesi olan, kahramanların elle tutulduğu, ayrımların (iyi, kötü, güzel, çirkin, adalet, zulüm) gayet açık görüldüğü, periyodun giriş, gelişme, sonuç çizgisinde ilerlediği klasik sinema, bugün üç boyutlara, Avatar’lara geldi dayandı. Arada, Hollywood dışı yapımların, Fransa’nın, İtalya’nın, Rusya’nın, İran’ın… sinemaya kattığı devasa boyut da ortada. Ama benim sinemayla ilgim bunun ötesinde şeyler söyleyecek minvalde değil, amatörce.

 

“Dört-Sıfır”da futbolun gündelik hayata yansımasını, eleştirel bir tonda anlatıyorsun. Futbol seyirciliğin var mı? Bu hikâye için özel bir hazırlık ve vakit mi ayırdın?

O hikâyedeki futbol sahneleri bir dekor vazifesi görüyor aslında, yazarken de beni eğlendiren bir hikâyeydi.

Biz futbolu bıraksak da futbol bizi bırakmaz. Bunun için özel bir vakte ve hazırlığa gerek yok. Evde, işte, yolda, otobüste, servislerde.. bilhassa pazartesi muhabbetlerini şöyle bir anımsayalım... Golf sahaları henüz mahalle aralarına girmedi (çok şükür).

Futbol, yanı sıra hep magazinel cümbüşüyle gündemimizi işgal etti. Yine de bizim lise dönemlerimizde şimdiki kadar Paris Hilton’vari bir auaraya sahip değildi. Maçka’da, Beşiktaş’ta ya da Osmanbey’de futbolcu Müjdat’a, Semih’e, Rıza’ya, Abdülkerim’e rastlama ve üstüne iki çift laf etme imkanına ve ihtimaline sahiptiniz mesela. Bu imkanı elde edenler de (henüz icad olunmayan cep telefonları ve facebook’larda öldürülmemiş) makul bir heyecanla sınıfta tadını çıkarırlardı. Şimdi bir alışveriş merkezinde kazara Arda’ya rastlayan 8. sınıf öğrencisinin kaçıracağı keçileri bir hayal edin…  

Şaşırtıcı olan futbolun kendisi değil bence, kerli ferli üç dört adamın, önlerinde notebooklar, ellerinde çubuklar, karşılarında da asalarının bir hareketiyle ara ara kıpırdayan dondurulmuş karelerle dekorlanmış bir sahne içinde, kanter ve öfke bulutu altında, vatanı kurtarma edasıyla ve kahvehane üslubuyla sundukları bitip tükenmek bilmeyen maç ‘kritikleri’. Bu bana çok komik geliyor.   

 

En kısa hikâyelerinde bile karakterlerin, öncesiyle ve sonrasıyla uzun uzun da anlatılabilecek maceraları var. En azından okurda böyle bir beklenti doğuyor. Hiç roman yazmayı düşündün mü?

Bunu okuyucuya göstersek de göstermesek de anlattığımız karakterin ne yeyip ne içtiğini, hangi durumda nasıl tepki vereceğini, nasıl yürüdüğünü, eğlendiğini, güldüğünü vs. bilmek zorundayız; yoksa bir karakter olmaz zaten, en fazla bir tip olarak kalır. 

Roman yazma konusundaki tavrımı üçüncü soruyu cevaplarken belirttim sanırım.

 

Kitap yeni çıktı. Ancak sormaktan geri kalmayalım. Bundan sonrası için tezgâhta neler biriktiriyorsun?

Daha sıkı dokunmuş yeni hikâyeler inş. Başta da söylediğim gibi, zor ve az yazıyorum. Yayınlanmaya değer bulduğum bir dosya oluştuğunda yayınlamak isterim tabii.

 

 

Dergâh  Dergisi / Mart 2011 / Sayı: 253