Bu yolculuktan ona ne kaldı?

Bu yolculuktan ona ne kaldı?

Söyleşi: Ümmügülsüm Tat

 

Yılmaz Yılmaz ile Sâlik’in yolculuk hikâyesi nasıl başladı? Neler gördü yol boyunca? Dahası bu yolculuktan ona ne kaldı?

 

Yolculuk doğduğumuzda başlıyor. Son nefesimize kadar da devam ediyor. Yani, bu dünyada kaldığımız her süre yolcuyuz. Sâlik, sizin de söylediğiniz gibi ‘yolcu’ demek. Tasavvufi bir kavram… Hakka giden binlerce yol vardır, yeter ki siz o yola düşün. Bahtınızda hangi yol, meşrep varsa karardide olacağız makam sizi çağırır zaten.

 

Hayatla başlayan bir yol ve hayatla başlayan bir yolculuk. Öyküde bir Sâlik var, sıkıntıları olan, huzuru arayan… Zaten, ezeli bir problem huzuru bulmak… Kafka’nın on sekiz yaşında intihara kalkışmasında o arayış yok mu? Ne diyordu Kafka: Doktorlara söyleyin, içimdeki bu huzursuzluğu alsınlar. Huzuru arıyoruz hepimiz, onun için de yoldayız, yollardayız. Bulana değin devam eden bir yolculuğumuz var.

 

Yola düşme meselesi var bir de… İnsan bir yolculuğa çıkınca mı, yoksa o yolculukta izlerin peşine düşünce mi hikâye tamamlanır, söz yerini bulur?

 

Önemli olan yola çıkabilmek, yolcu olmanın gerekliliğini kavrayabilmektir zaten. Arayışı bitmiş insandan korkmak lazım. Atamız, babamız Âdem’in (as) hicretiyle başlamış yolculuğumuz. Yolculuk başlamış ki insanlık da o yolla beraber yeryüzünün kılcallarına yürümüş.

 

Kırk günlük terk edilişle modern dünyanın yükünü atabilir mi insan üzerinden?

Kırk gün bir başlangıç, arı duru olmak adına ilk adım. Eşiği geçme adımı tabiri diğerle. Eşiği geçip avluya dâhil olabilirsek yolculuk başlar. Yani, salik önce kırka girecek, kırka erecek ki yol uzansın önünde. Kırk yola dâhil mi? Evet, dâhil… Eşik olarak dâhil…

 

Sentetik çorap hikâyesindeki Türk filmlerinden çıkıp gelmiş izlenimi veren beyefendi… Onun kaçışı, geçmişe saklanışı, sığınma hali belki de… Yaralara sürülecek ve elimizde kalmış tek merhem mi?

 

Merhem olamıyor zaten öyküde de ne sığınma hali ne de geçmişe saklanışı. Olsa olsa kendini kandırmak ya da avutmak diyebiliriz bu hâle. Modern zamanlar anne ve babaya asi, yüce buyruk “Üf bile demeyin” derken anne-babayı azarlama, tağyir etme, tahkir etme gazete ve televizyonlara yansıyor sürekli. İnsan sormadan edemiyor: Biz nasıl bir toplum olduk böyle?

Bazı pişkin zevat “Biz de durum çok iyi, Avrupa’da durum daha vahim” diyerek, güya, ülkemizdeki bu ceddi yok sayma rezilliğinin o kadar da vahim olmadığını göstermeye çalışıyor. Miyar, Avrupa değil ki ona bakıp hizaya geleyim.

Bu öykü ona bir itiraz olarak okunabilir.

 

Hikâye kahramanlarınızın dervişlerin eteğinden, satılık kalp tezgâhlarında dolaşırken bize ait olmayan zamanlardan ısrarla ‘bize’ seslenmesi neden?

 

Zaman genişliyor. Yaşadığımız zaman dilimi düne açık olduğu gibi yarını da kucaklayacak enginlikte artık. Bizse aynı yerdeyiz, insan olmanın verdiği dayanılmaz ağırlığı bedenlerimizde taşımak mecburiyetindeyiz.

 

Bir de şu iç konuşmalar… Kahramanlar ne çok konuşuyor kendi kendine… Kendi iç sesini susturamayan bir toplum haline mi geldi sizce?

 

Bildiğim kadarıyla, biz susarak konuşan bir milletiz, en azında öyleydik. İsraf-ı kelamdan kaçınan, çok sözde yalan olabileceği şüphesiyle çenesine kilit vurur idik. Sese dönüşmeyen söz, özde kendini böyle ifade imkânı buluyor işte. Ben iç sesimizi susturmamalıyız, diyorum. İçses vicdandır, aynadır, doğruyu söyleyendir. İçsesi; yalanı, öfkeyi, isyanı… dile getiren de vardır şüphesiz; ama o istisna ve kaide meselesi…

 

Anadolu’da öğretmenlik yapıyorsunuz aynı zamanda. Kelime, Anadolu’da toprağa düşünce bunun yankısı nasıl yükseliyor?

 

Burada, yani Yozgat’ın küçük bir ilçesi olan Çekerek’te, insanın düşünmeye daha çok vakti oluyor. Aslında iş yoğunluğumuz yine aynı; ancak şehrin hızlı bir hayatı yok, sakin. Bu da insanı daha dingin kılıyor. Kalabalık caddelerden, gürültülü çarşılardan uzağız burada. Şehrin sesini, gürültüsünü dinleyeceğimize kendi sesimizi dinliyoruz. Bu da büyük bir avantaj tabi…

 

Bir de küçük şehirler kirlenmişlikten biraz daha uzak, kendini koruyabilmiş. Büyük yerlerde karşımıza sıkça çıkan yozlaşma emarelerini böylesi küçük Anadolu şehirlerinde daha az görürsünüz. Gerçi televizyon ve internet büyük şehir küçük şehir ayrımı gözetmeden her insanı ve mekânı aynı düzleme çekiyor ama onların etkisi o kadar büyük olmuyor buralarda.

 

Hikâyelerinizde iddialı kahramanlardan, insanı şaşkına çeviren yaşamlardan uzak durmanız bilinçli bir tercih mi?

 

Sokakta hayat iddialı ve şaşırtıcı değil, hemen her gün aynı şeyler yaşanıyor. İnsanlar sabah evlerinden çıkıyor, yeryüzüne onlar için dağıtılan rızıklarını bulmak için. Akşam eve dönüyorlar torbalarında rızıkla.

 

Görkemli hayatlar ve entrikalı ilişkiler televizyon dizilerinde var, bizim hayatımızda yok. Sansasyon yok, huzur var.

 

Omuzlarımızda bekleşip duran melekler olduğu halde bu yüzyılın insanları neden bu kadar yalnız, bu kadar kendine dönük ve yaşamaya bile mecalsiz?

 

Güvensizlikten diye düşünüyorum. Kime, yaratıcıya! Mustafa Kutlu, Allah varsa trajedi yoktur, der. Evet, hayatımızda inişler çıkışlar elbette olacaktır; ama tüm bunları kurgulayan yaratıcıdır, sonuçta.

 

Dolayısıyla O’nun varlığı en büyük huzur, rahatlama ve güven kaynağı iken yalancı kahramanlara güvenip duruyoruz. Para, konforlu yaşam, itibar, şöhret/popüler olma bunlar günümüzün ‘sahte tanrıları’

 

Şu sözü çok severim: O’nu bulan neyi kaybeder, O’nu kaybeden neyi bulmuştur ki?

 

Aslında kitap eleştirileriyle tanıdık biz sizi. Bundan sonra daha çok hikâyenizi okuyacağımız izlenimi bırakıyor “Salik Yola Düşünce”. Ufukta nasıl projeler var?

 

Öykü; kendimizi, derdimizi ifade ediş biçimimiz olduğu için devam ederiz inşallah ‘öyküce konuşmaya’. Hüseyin Su öyle diyor: Yazar eseriyle, öyküsüyle konuşur. Okuduğum kitaplardan dimağıma bir şeyler birikmişse bunu paylaşmak için yazıyorum okuma notlarını. Evet, okuma notu diyorum ben onlara. Eleştiri biraz daha ciddi, disiplinlere bağlı kalmayı gerektiren bir tür… Mesela Ömer Lekesiz o işin ustası, biz de onu örnek alıp bir şeyler yapmaya çalışıyoruz.

 

Bu aralar sinemaya uyarlanmış öyküler üzerine bir şeyler yazmaya çalışıyorum. Roman uyarlaması filmlere ulaşmak kolay, çünkü sayıca çoklar; ancak öykü uyarlaması film sayısı az olduğu için bulduklarım üzerine yazıyorum şimdilik. Bu yazılara, sağ olsun, Hüseyin Su değer verdi. Hece Öykü’de yazmaya çalışacağım onları. Yolculuk böyle devam edecek gibi.

 

 

Turuncu Dergisi Mayıs 2010