Dünyanın en matematiksel diliyle şiir yazıyorum

Dünyanın en matematiksel diliyle şiir yazıyorum

Mansur Yılmaz şair Zafer Acar ile konuştu. Zafer Acar "Şiir, Filistinli bir çocuğun attığı bir taşla bile empati kurmaktır, öfkeden kaskatı olmamış biri, o taşı anlayamaz." dedi.

Temmuz 2012 Pazar

Söyleşi: Mansur Yılmaz

 

Zafer Acar ile yeni çıkan şiir kitabı Diri ve diğer edebî çalışmaları üzerine konuştuk.

Hamse hakkındaki uzun söyleşinizin üzerinden neredeyse iki yıl geçti, ama siz bu iki yıllık zaman dilimi içerisine dört-beş yıllık bir üretimi sığdırdınız. Diri, romanınız Suçsuzluğumu Affet, geçtiğimiz aylarda yayımlanan kitap bütünlüğündeki şiiriniz “Kurşun ve Kalem” ve onlarca eleştirel metin bu sürecin ürünleri arasında… Üstelik eserlerinizin niteliği ve niceliği doğru orantılı artıyor, şaşırtıcı bir performans bu.

Olması gereken oluyor. Senle yaptığımız söyleşide de otuzlu yaşlarımı edebiyat açısından verimli geçirmeyi düşündüğümü, en sağlam ürünlerin bu yaşlarda verilebileceğini söylemiştim. Şaşılacak bir durum değil bu; insan yirmili yaşlarda, en az bir on yıl, edebiyatın rahminde gelişir, otuzunda ise edebiyatın içine doğar. En azından bendeki gelişme böyle oldu, otuzumdan sonra asıl varlığımın farkına vardım. Benden önceki şairleri de gözlemledim, büyük çoğunlukla onlar da iyi eserlerini otuzlu yaşlarında vermişler, bu bir tesadüf olmasa gerek. Allah’a şükür, gücüm yerinde, gücüm oranında yazıyorum, gücümün hakkını vermeye çalışıyorum, iki yıl da az bir süre değil tabii ki. Zaten nitelik ve nicelik doğru orantılı bir şekilde artmadığı zaman konuşmayı bırakır, susarım.

Hamse’den birkaç ay sonra, yüz mısraı aşkın “Karıcığım”ı yayımladınız, uzun süre bu formu sürdüreceğinizi düşünüyordum, doğrusu sizin de eğiliminiz bu yöndeydi. Ama olmadı, söyleyecekleriniz, zihninizdeki yüz mısralık çerçeveyi kırdı ve iki ay içerisinde “Diri”yi ve sonrasında “Kurşun ve Kalem”i yazdınız.

Geçen Yedi İklim’de “Hayat Durumu” diye bir şiirim yayımlandı, bu şiirin, “Karıcığım” şiirinin formunda olduğunu görmüşsündür. Bu ayda da “0rh+” adlı şiirimi okuyacaksın. Aslında bunlar benim son dönem kısa şiir örneklerim. Kısa şiir algısını da kırmak istiyorum böylece, tek mısralık, tek beyitlik, tek dörtlük, beş-altı mısralık şiirlerden, kendi adıma söyleyeyim, gına gelmiştim. Otuz-kırk mısralık şiirlere yıllarca uzun şiir gözüyle baktık, Dağlarca’nın ince uzun ama dolgun olmayan zayıf şiirlerine, yoksunluktan olsa gerek abartılı bir şekilde destan dedik. Nazım Hikmet’in düzyazısal-doldurma ve niteliksiz Marksist anlatılarına büyük şiir dedik. Onlar şiirse, Abdülhak Hamit’in şiir formundaki hikâyelerine, Tevfik Fikret’in ve Servet-i Fünûncuların yahut Mehmet Akif’in mensurelerine neden küçümseyici gözle bakıyoruz. Gerçi Nazım Hikmet ile Dağlarca’nın o destansı şiirleri de okunuyor değil, fanatiklerini kaybetti, yavaş yavaş üzerlerindeki büyü yok olacaktır.

Bu büyüleri bozmak için okunmuş kısa dualardır benimkiler, bu yokluk içerisinde insanları şaşırttı. Ama yalnızca sözü olduğu için bile olsa, Dağlarca’ya da Nazım Hikmet’e de, nitelikli-minik şiirler yazan şairlerden çok daha fazla saygı duyarım, çünkü onların, özellikle de Nazım Hikmet’in şiiri dahi önemsemeyen dertleri vardı. Keşke derim, bu dertlerini biraz daha şiirsel söyleselerdi, o zaman onlardan geriye şaheserler kalırdı. Necip Fazıl’ı, İslamiyet bağlamında sanattan uzaklaşmakla eleştirenler, Nazım Hikmet ve Dağlarca gibi şairlerdeki sanatı öldüren Marksist ve Kemalist (Dağlarca için) algıyı görmek istemediler. Evet, Türk edebiyatında, nitelikli-soluklu şiir eksiğimiz vardı, işte ben, elimden geldiği kadar bu eksiği gördüm ve soluklu şiire nefes olmaya çalıştım. Soluğum kesilene kadar da şiirdeki biçimimi yenilemeye çalışarak devam edeceğim. Bu açıdan, zaman içerisinde bana eklemlenecek şairler olacağını da hissediyorum. Ama onlara önerim, altyapılarını sağlamlaştırmaları ve kendi kişiliklerini kimseye sömürtmemeleri, en katı şekliyle bir duruş sahibi olmalarıdır, çünkü edebiyat içerisinde o kadar çok emperyalist usta var ki.

İki ay dedik, Sezai Karakoç da “Hızırla Kırk Saat”i 40 günde yazdığını söyler, Üstat ile aranızda hoş bir benzerlik. Ama bu tip şiir coşkunluklarını kimileri kavramakta zorlanabilir; evet, bu kadar kısa sürelerde binlerce mısra yazmanın ruhsal bir arka planı var, ama poetik bakışınız da bu arka planı destekliyor. Ben bir çıkarımla başlatayım bu sohbeti, gerek Sezai Karakoç gerekse de siz, “kelimeci” şairler değilsiniz, yani “size filan şiirinizdeki filan kelimeyi değiştirin” denilse Yahya Kemal gibi sekiz sene beklemezsiniz herhalde, belki de sekiz saniyenizi alır bu iş.

Matematiği metafizik kadar severim, farkındaysan senin soruların da matematiksel gidiyor.

Ama sizin şiir serüveniniz de rakamlarla-matematiksel ilerliyor.

Doğru tespit, dünyanın en matematiksel diliyle yazmanın bir sonucu olsa gerek, hiçbir dilin Türkçe kadar belli denklemleri, belli işlemleri, sanırım yoktur. Bir gün birileri, şiirimi bu açıdan inceleyebilir, bu inceleme de beni sevindirir açıkçası. Coşkunluk, aşk, lirizm şiirde ayrılmaz üçlüdür, aynı zamanda bu üç kavram birbirine de içkindir. Bu üçünün her biri, aynı anda şiirin yanına konulabilir. Bunlara uzak biri, kesinlikle şair olamaz, kesinlikle mühendis de olamaz, bunlara uzak birinden adam olmaz. “Diri”yi iki ay gibi uzun bir sürede yazdım, diyebilirim. Göreceli bir durum bu, bir Yahya Kemal az-yazmacılığı, hazcılığı ve bürokratik tembelliği, neredeyse bir yüz yılımızı etkilemiş durumda. Çünkü kolay olan bu, yüz sayfalık iki şiir kitabıyla üstat şair olur çıkarsın, oh ne iyi. Yahya Kemal’i küçümsediğim sanılmasın, ama bunları da birilerini uyandırmak için söylemek lazım, Yahya Kemal hakkındaki görüşlerimi bilirsin, uzun uzadıya yazdım. “Diri”, zamansız ve mekânsız bir kitap, benden değil acıdan doğdu. Acı çeken biri, elbette ölümü ensesinde hisseder, bu ruh haliyle söyleyeceklerini, sanırım ölüm korkusuyla çarçabuk söylemek ister, “Diri”nin durumu bu. Şiirimdeki bir kelimeyi değiştirmek için bazen saniye bile beklemiyorum.

“Diri”, ilk bakışta “Şarap-nâme”yi hatırlatıyor, orada klasik şiirimizin mazmunlarından “şarap”ı merkeze almıştınız, bunun dışında “Şarap-nâme” modern bir biçimle yazılmıştı. “Diri” ise daha farklı, biçimin-içeriğin-her şeyin dışında, “Diri”de tıpkı bir divan şairi gibi konuşuyorsunuz, Fuzuli, Nedim ve Nef’i ile ayrı ayrı empati kurmuş gibisiniz.

Tespitlerin akla yatkın, geçenlerde Yeprem Türk de “Şarap-nâme” ile “Diri”nin, “Koçaklama” ile “Kurşun ve Kalem”in birbirine kardeş olduğunu söylemişti. Ben şiirlere bu açıdan bakmamıştım, ama gerçekten Yeprem’in tespiti isabetli; bu, şu anlama geliyor: Ben, hâlâ kendi imgelerimden, mısralarımdan, şiirlerimden doğarak yeni şeyler söylüyorum. Demek ki, nihayetinde şiirimin tematik bir bütünlük sorunu olmayacak. “Şarap-nâme”de, dağılmayı önleyen bir büyük imge vardı: Şarap. Ama “Diri”de daha bir ustalığın getirisi olarak tek bir anaç imgeyle söz söyleyen bir şair vardır ve sınır tanımaz.

Aslında, divan şairleriyle bir empati kurmadım, divan şiirinin biçim özellikleriyle bir empati kurdum. Doğru ve benim adıma yeni olan buydu, çünkü Şarap-nâme’de divan şairleriyle empatik bir hal yaşamıştım, “Diri”de eski şekille yeni özü birleştirmek modern inanışa göre na-mümkündür, buna da bir meydan okuyuş vardır, özellikle de kafiyenin hücumuyla bu fikri yıkmaya çalıştım. Ben kendimi modern şiirin Batı kaynaklı yanlışlıkları karşısında deprem olarak görüyorum, benden önce de depremler olmuştu, ardıllarım gelecektir, ümidindeyim.

Ta başından beri, gününüzün şiirini önemseyerek değil, gününüzün hayatına bakarak şiir yazdınız, hatta kimi şairleri eleştirdiniz de, “Savaşlara değil İsmet Özel’in şiirlerine bakarak epik şiir yazıyorlar” diye. Günümüzde yazılan şiirleri referans alsaydınız, bu denli güçlü bir şiiriniz olmazdı kanımca.

Yavaş yavaş ben de güçlü bir şiir yazdığımı düşünmeye başladım; bu düşünme, hakkımda yazılanların, çevremdekilerin olumlu tepkilerinin sonucudur. Ama her şeye rağmen bir şüpheyi de taşıyorum içerimde. Zaman denilen o Tanrısal eleştirmenin hükmünü bekliyorum. O hükmü, yaşlanmayı hak edersem belki görebilirim. Günümüz şiirini de sıkı takip ediyorum, fakat, yaşamayı ve yaşamı elbette ki metinlerden çok daha fazla önemsiyorum, yaşamasını ve yaşama bakmasını bilmeseydim, yazmazdım. Çünkü yaşamamış olan, yaşayanın halinden anlamaz. Çünkü acıyı yaşamamış olan acıyı anlatamaz. Çünkü aşkı yaşamamış olan aşkı anlatamaz. Çünkü ölümü yaşamamış olan ölümü anlatamaz. Şiir, Filistinli bir çocuğun attığı bir taşla bile empati kurmaktır, öfkeden kaskatı olmamış biri, o taşı anlayamaz. Yirminci yüz yıl, hayatsızlık, hayasızlık ve hayatı bilgece algılayamayanların aforizmalarıyla geçti. Bilgeler, bu aforizmaların gölgesinde bırakılmaya çalışıldı. Biz, kitap kurdu değil, yaşamın içerisinde dağ kurdu olmalıyız.

“Diri”yle ilgili konuşulacaklar, dönüp dolaşıp “kafiye”ye takılacak. Bir sohbetimizde “Diri”yle birlikte “kafiyenin sözlüğü”nü çıkardığınızı, kafiye arayan şairlerin aradıkları kafiyeyi “Diri”de rahatlıkla bulabileceklerini söylemiştiniz. Gerçekten de kafiye bağlamında da örneği olmayan bir şiir bu.

Kafiye, geleneğin bir temsilcisi olarak var “Diri”de. Şiirimizi genel hatlarıyla incelediğimde, şiirimizin redife kucak açtığını, kafiyeyiyse dışladığını gördüm. Bu tutumun ucu, Verlaine’e kadar gitmekte. Kafiyeyi diriltmek ve imgelerin değil de kafiyedeki sesin, beni yeni mekânlara-zamanlara ve söze götürmesini istedim. Bu, benim için yeni bir deneyim oldu, beni ikna eden sonuçlara da vardım. Kafiye, bana “Diri” gibi bir kitap hediye etti, gördüm, yüzyılların cömertliğini kaybetmemiş. Türk şiirinin kafiyeye acilen ihtiyacı olduğunu düşünüyorum, kafiyelerin birbirleriyle çarpışmasından yeni şiirler doğacaktır. Modern şairlerimiz, kafiyeyi şiirde klişe ve kolay ses yaratma unsuru olarak gördüler, artık post-modernizm ile birlikte şunu öğrendik: Geleneksel unsurlar istenirse kolaylıkla modifiye edilebilir.

“Diri”, sonuçta bir şeylerin dirilişini hatırlatıyor, “Diriliş” ekolüne göndermeleriyle yüz yıllardır ezilen Müslümanların, toplumsal hassasiyetlerimizin, kafiyenin ve elbette kendisiyle birlikte iyi şiirin. Peki, ölü şiir okurunu diriltebilecek mi “Diri” ve diğer şiirleriniz?

Bunu umuyorum, şiirde ben birilerini öldürüp diriltebilirim; bu kudretim var. Ama gerçek hayattaki insanların durumu Allah’a kalmış. Yeise kapılmamak lazım, bir kitabın bir kişiyi diriltmiş olması bile dünyanın en hoş, en büyük başarısıdır. Sonuçta şiir, toplumsal değil bireysel bir uğraştır, uyanıştır.

“Diri”nin hoş bir sürprizi var, 1453 mısra. Hatırlarsınız, divan şairleri de ebcet hesabından faydalanarak gizli tarihler atarlarmış şiirlerine, bu sürprizinizin de klasik şiirimizde tohumları var yani. Peki, niçin Malazgirt’in, Edirne’nin, ne bileyim Belgrat’ın fethi değil de İstanbul’un fethi.

İstanbul’un fethi, peygamberimiz tarafından da müjdelenmiştir; bu fetih sadece Türklerin değil Müslümanların Batı’ya karşı zaferidir. Batılı anlayıştaki şiir ortamına, ironik bir meydan okuyuştur. Sanırım, matematiği gerçekten seviyorum. Ayrıca ebcet hesabına da üniversite yıllarımda ilgi duymuştum, ama burada bir ebcet hesabı değil, farklı bir durum var.

Biz Müslümanlar olarak, kimi problemleri en azından sanat ürünlerimizde tartışmadık. Sizin şiirleriniz bu açığımızı da kapatıyor, birçok alanda yeni bakış açıları getiriyor. Karl Marx bile “Diri”nin gündeminde yer buluyor kendine.

Şiirimde konu sınırlaması getirmiyorum, konu sınırlaması, düz yazıda aranan bir özelliktir. Ama şiirimin tematik olmasına son derece dikkat ediyorum. Şiirimdeki çeşninin sebebi, sanırım bu poetik tutumumdur. Şairin yeteneğine göre şiir, her meseleye el atabilir. Şiiri, belli kalıplara sokmak isteyen şairler, bir tosbağa gibi kendi kabuklarını kıramamış kişilerdir. Kendi güçsüzlüklerini şiire atfederler. Halbuki şiir, dünyevî meselelerin bile üzerinde söz hakkına sahiptir. Şiir şu konuyla ilgilenmez, bu konudan bahsetmez, sözleri tamamen küçük şair zırvalarıdır.

Hem “Diri” hem de diğer kitaplarınız hakkında yazılan tanıtım metni ve olumlu eleştirilerden dolayı, Müslüman kimlikli bazı edebiyat mahfillerinde polemik konusu yapıldınız. İnternetteki karalamaları da hiç hesaba katmayalım bence.

Bu konu beni ilgilendirmiyor, çünkü hakkımda yazılan yazılar, beni bağlamaz, onların her birinin kendi sahipleri var. Komik şeyler bunlar, ben, sosyal hayatımda Zafer Acar’ım, şiirde şairim, eleştiride eleştirmen. Ama yer yer kişiliğime saldırılarla da karşılaşmıyor değilim, bunlar, mırıldanmalar. Kulağımın kepçesinden zarına geçemiyor. Bu yüzden kafam meşgul olmuyor onlarla. Merakını gidermek için söylemiş olayım. İnternet ortamındaki isimsiz siteler ise birer kara delik, beni içine çekemeyecek, çünkü benim şiir varlığıma dar gelecek.

http://www.dunyabizim.com/manset/10514/dunyanin-en-matematiksel-diliyle-siir-yaziyorum.html