Dursun Ali Sazkaya: Her gidiş bir kopuşu ifade ediyor.

Dursun Ali Sazkaya: Her gidiş bir kopuşu ifade ediyor.

Mehmet Kuvvet

23 Haziran 2012

TAKA: Kitabınızda Karadeniz kültürünü neden çocukluğunuzdan yola çıkarak anlatmayı denediniz?

D.A.S.: Çocukluk insanın ebedi yurdudur. Ayrıca geleneksel kültürü taşıyacak ve yaşatacak olan çocukların önemine vurgu yapmak istedim. Çocuklarımızı kültürümüzle tanıştırmazsak bu kültür yok olacaktır. Kitabımın genel teması bir yerlerde kalmanın, geri dönememenin insanda yaşattığı hüzündür. Aslında geride bıraktığımız sadece çocukluğumuz değildir, bir geleneği, yaşam tarzını, doğa ile ilişki biçimini de geride bırakıyoruz. Her gidiş bir kopuşu ifade ediyor. Dolayısıyla bu kopuşa, yabancılaşmaya dikkat çekmek istedim.

TAKA: Kitap bir anı türünde olsa da onu aşan bir derinliğe ve genişliğe sahip. Bunu biraz açar mısınız?

D.A.S.: Evet, kendi çocukluğumdan yola çıkarak yetiştiğimiz kültür ortamını ve bu kültürü bize aktaran eski kuşakların anılarını ele aldım. Eski ile yeni arasında köprü olmaya çalıştım böylece. Eski zamanlara dair temaları bir roman üslubuyla yazdım. Geleneklerimizi, dedelerimizin gurbet hikâyelerini, yitip giden değerlerimizi, yazılı metinleri olmayan kültürel örüntülerimizi ele alarak insanımıza kaybettiğimiz değerleri hatırlatmaya çalışan bir kitap. Eski zamanlara modern bir dille ağıt yaktığımı düşünüyorum.

TAKA: Okuyucu bambaşka bir Karadeniz ile karşılaşıyor. İnsan öyküleri çok çarpıcı ve hüzün dolu, oysa bizler hep neşeli insanlar olarak tanımıştık Lazları. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

D.A.S.: Karadeniz insanı maalesef sadece fıkraları ile tanıtıldı yıllarca. Sürekli gülen, güldüren, kimi saf, kimi kurnaz bir insan tipi yerleştirildi hafızalara. Oysa zor bir coğrafyada ve kıt geçim kaynaklarıyla yaşam mücadelesi veren insanlarız biz. Üstelik yağmurlu ve sisli bir iklime sahip olan bu coğrafyada yaşam bambaşka hüzün dolu öykülere sahiptir. Karadeniz’de, Kaçkarların eteklerinde her şey delice akar. Dereler, yağmurlar, hayatlar, gitmeler, geride kalmalar, sevinçler ve hüzünler. Bunu tulum ve kemençe havalarında bile görebilirsiniz. Bu çok mutlu olduğumuzdan değildir bence hayata ve doğaya verilen bir cevaptır. Çünkü hızlı olmayanın şansı yoktur bu coğrafyada. Mesela gurbet hem gidenler hem de geride kalanlar için başlı başına bir travmadır. Hele 1850’li yıllarda gurbete açılmışsanız bunun ne demek olduğunu daha iyi anlayabilirsiniz. Yağmurlu ve kapalı havaların insanda bıraktığı duygu formu çoğunlukla hüzün ve melankolidir. Üstüne yoksulluğu ve gidip dönemeyenleri, geride bekleyenleri koyduğumuzda dünya acısının daha şiddetli vurduğunu görürüz.

TAKA: Kitabınızda dedenizden söz ederken tutunamayan ve yaşamın kenarında bir portre çiziyorsunuz. Bu zor koşullara direnemediği için mi savaşı kaybeden olarak görüyoruz onu?

D.A.S.: Doğru bir tespitte bulundunuz. Dedem hakikaten yavaş ve mütevekkil bir insandı. Zora gelemedi hiçbir zaman. Babaannem ise tuttuğunu koparan, son derece disiplinli bir kadındı. Rahmetli dedemin o boş vermişliğini ünlü yazar ve düşünür Cioran’ın beyhudelik duygusu ve çürümüşlük felsefesine benzetiyorum. Elbette dedemin kuramsal metni yoktu ama eylem açısından bu tür bir yaşam anlayışının hakkını sonuna kadar veriyordu. Dikkat edilecek olursa kitabımdaki kişiler ve mekânlar yereldir ancak işlediğim tema evrenseldir. Bir gurbet meselesini, terk edilmişlik ve beyhudelik duygusunu, varoluş kaygısını, metruk Hemşin konaklarının hüznünü ele alırken evrensel bir duyguyla örmeye çalıştım. Nerde olursa olsun insan her yerde insandır. İster Normandiya’ da ister Fırtına Vadisi’nde, İster Sürmene’de hiç fark etmez yaşadığı kozmik acı aynıdır. Bu yüzden dünya acısını betimlerken bunu en derinlerden yaşayan felsefecilerle dağdaki, köydeki, gurbetteki sıradan insanların acılarını özdeş ve türdeş kılmaya çalıştım.

TAKA: Öğrendiğimiz yeni ve şaşırtıcı bilgi de Hemşinliler ile Lazlar arasındaki kültür farkları ve birbirlerine olan mesafeli hayatları. Küçücük bir ilçede bu uzaklık garip geliyor insana.

D.A.S.: Küçük bir vadi ama derinlemesine yarıkları olan bir coğrafyadan söz ediyoruz. Hemşinliler ile Lazlar çok yakın zamana kadar normal koşullarda kız alıp vermeleri olmayan iki ayrı dünyanın ve yaşam kıvamının insanlarıdır. Düne kadar aynı kahvehanede bile oturulmazdı. Hala tam olarak bu kırılmış değil. Nerden kaynaklandığı sorusuna kesin cevabım yoktur. Fakat kesin olan bilgi iki ayrı etnik yapının söz konusu oluşudur. Her iki toplum çağlar boyunca mesafeli yaşamışlar. Adeta ayrı dünyaların insanları gibi… Hemşinliler biz Lazlara göre daha erken dönemlerde gurbete açılmışlar. Ayrıca 2.Mahmut’la beraber Rüştiye Mektebi’ne kavuşmuşlar. Dolayısıyla kentleşme ve modernleşme fırsatını erken zamanda yakaladılar. Bu Osmanlının Hemşinlilere olan özel ilgisini gösteriyor. Lazlar ise her ne kadar Rusya gibi gurbetlere çıkmışlarsa da eninde sonunda köylerine dönmüşler ve sosyolojik dönüşümü gerçekleştirememişler. Ama aynı şey Hopa Hemşinlileri için geçerli değildir. Orda önden giden Lazlardır. Sonuçta iki ayrı kültürü ve dünyası olan insanlar yaşıyor orada ve her iki halkın da gerçekten orijinal, otantik bir kültürü var.

TAKA: Lazcanın yasak olduğu dönemlerden söz ediyorsunuz. Lazcayı bazı insanlarımız Türkçenin bir şivesi olarak bilir oysa.

D.A.S.: Evet, Lazca apayrı bir dil. Ama biz bile alfabesini bilmiyoruz. Yani edebiyatı olmayan bir tür konuşma dili. Yasak meselesine gelince, özellikle darbe dönemlerinde okullarda ve resmi dairelerde epeyce bir baskı yapıldı. Tepeden inmeci zihniyetin farklı olana tahammülsüzlüğünü yaşamış bir toplumuz. İnanın resmen yasaklanmasa bile darbe dönemlerinde yayla şenlikleri bile yapılamıyordu. Çünkü insanlar bir araya gelmekten, horon oynarken havaya ateş etmekten korkuyorlardı. Silah kültürü bizde horonla ve tulumla özdeşleştirilir. Başka bir örnek ise yıllar yılı TRT Trabzon Radyosu’nda yöreye ait birkaç türkü ile oyalayıp durdular bizi. Şimdilerde böylesine bir baskı yok. Aksine eski türkülerimiz saklandıkları derin hafızalardan çıkıp dalga dalga vadilerde söylenip duruyor. Karadeniz ve Kaçkarlar şimdi daha güzel bu anlamda…

TAKA: Dedenizi anlatırken aynı zamanda nasıl Trabzonsporlu olduğunuzu da anlatıyorsunuz. Trabzonspor’un anılarınızda karşılığı nedir?

D.A.S.: İlk güzel hediyeleri hep dedemden aldım. Bunlardan biri emekli maaşıyla aldığı Trabzonspor formasıydı. Hiç futbol yeteneğim yoktu ancak o formayı giyince kendimi Ali Kemal sanmaya başlamıştım. Ağabeylerimizden duyduğumuz başarı öyküleri bizi Trabzonspor’a yakınlaştırmıştı. Ayrıca çevremizde ağır hasta olan herkes şifa bulmak için Trabzon’a giderdi. Belki duygusal bağ böyle oluşmuştu. Bilemiyorum ama ilerleyen yıllarda TS bir kimlik gibi hayatıma girdi. Küçük bir şehrin büyük öyküsüdür Trabzonspor. Tıpkı küçük ve sıradan insanların büyük öyküleri gibi… Bugün bile Trabzonspor un yenilgilerine çok üzülürüm. Çünkü belleğimde, ruhumda bir başkaldırı ifadesidir Trabzonspor. Merkezi sermayenin ve medyanın asla kabullenemediği bir takımdır. Bize mücadele ruhu veren, cesaret veren, öykü veren bir ocak olduğuna inanıyorum.

TAKA: Peki okuyucularımız “Okur Kitaplığı” tarafından yayımlanan ve 3. baskısını yapan kitabınızı nerelerden temin edebilirler?

D.A.S.: Bütün NT, D&R, Ra Kitapevi ve tüm internet kitapçılarında bulabilirler.

TAKA: Söyleşi için teşekkür ederiz. Başarılarınızın devamını dileriz.

http://www.takaonline.com/mayis-soylencesi.html