“Edebiyat hayat memat” üzerine - Deneme

“Edebiyat hayat memat” üzerine - Deneme

24.07.2010

Hayat Memat:

“Mermer ‘tezgâh’” Evet, tezgâh kavramını, toplum olarak, anlam genişlemesine uğratmış, gerçek anlamı dışında, “tuzağa düşürme” anlamında kullanmışız. Eskiden tuzaklar kalın iplerle, ağaçlarla, demirlerle yapılırken, şimdi de mermerden yapılıyor. Herkes birbirini tezgâha getiriyor. Hem de mermer tezgâha…

Cevat Akkanat yeni bir toplumsal yaraya parmak basmakta, özel günler ibaresiyle. Ben de birkaç ilaveyle bu özel günlere değineyim: doğum günü, evlilik günü, nişan günü, sevgililer günü, mezuniyet günü, analar günü, babalar günü, altın günü, kadınların özel günü, filan, filan, filan… Her güne bir hediye… Ne diye yaşıyorsak diğer günleri…

En iyi insan ölü insandır; ne bir şey ister, ne bir şey söyler. Bu yüzden kabir ziyaretleri en iyi ziyaretler olur. Hele bir de mermer ve bakımlı mezarlarsa… Ziyaret eden evlat, en hayırlı evlattır.

Yazıda nasihat konusuna da değiniliyor. Cabi Efendi gibiler her zaman nasihat verirler. Nasihat vermekle iyi mi yaparlar, kötü mü? İyi de yaparlar, kötü de… İyi yaparlar; “insanın bir eşref, bir de eşek saati vardır”, derler. Eğer eşref saatine denk getirilip ya da o saat oluşturulabilinirse, insan umulmadık değişimler geçirebilir. Bu toprakla yağmurun birbirini arzulaması gibi bir şey... Kötü yaparlar; “Nasihat verini rahatlatır.” Aslında hiçbir işe yaramaz nasihat. Bundan kendine pay çıkaranlar (istisna hariç) olsaydı, yeryüzü cennet olur, peygamberlere, önderlere, âlimlere de gerek kalmazdı.

Akarsular doğal göletler oluşturur; göletler hem çok berrak, hem çok temizdir. Bu göletlerden ister içer, ister yıkanırsınız. Göletle oynarsanız, hem suyu bulandırır, hem kirletirsiniz. Gereksiz yenileşme ve değişim bunun gibidir. Cabi Efendinin, marangozun mermer tezgâhını eleştirirken, esas amacı bu diye düşünüyorum. Bir toplum yeniliğe ve değişime açık değilse, o toplumda gelişme olması da beklenemez. İşte buradaki dozu iyi ayarlamak gerekiyor.

Bu yazı herkes tarafından dikkatle okunup, kişisel sorguların yapılması gerektiği kanaatindeyim.

“Üç Süleyman” yazının başlığını okuyunca, üç Süleyman’ın kimler olabileceğini düşündüm. Aklıma Hz. Süleyman, Kanuni Sultan Süleyman, Süleyman Demirel geldi. Hz. Süleyman’ın gücü ve yetenekleri… Kanuni Sultan Süleyman’ın Viyana kuşatması sırasında hasta olmasına karşın, atına binip ordunun başına geçmesi ve kapitülasyonlarla Fransızları başımıza bela etmesi… Süleyman Demirel’in rahmetli Teyo pehlivan gibi kırk yıl palavra sıkması ve bu sıktığı palavraların palavra olduğunu söylemesine karşın, sürü psikolojisi ile peşinden gidilmeye devam edilmesi…

“Üç Süleyman” yazısını okudum. Divan şairlerinin Süleyman’ı, Orhan Veli’nin Süleyman’ı, Cemal Süreya’nın Süleyman’ı… divan şairlerinin Hz. Süleyman’dan söz ettikleri kesin; Hz. Süleyman’a takdir ve hayranlıklar var. Ayrıca Hz. Süleyman’ın özellikleri de… Orhan Veli ve Cemal Süreya’da hangi Süleyman’dan bahsedildiği belli değil (fark etmediğim bir şey varsa, okuyucu ve yazardan özür diliyorum). Orhan Velinin Süleyman’ı günlük hayatta tanıdığımız her hangi bir Süleyman. Ayağındaki nasırdan ve bu nasır vurmadığında Allah’ı hatırlamadığından, borcu harcı olan yoksul bir adamdan söz ediliyor. Şiirin sonunda da bu enteresan ve zorunlu anımsama bir türküden alınan iki dize ile sonlandırılıyor. “Ölüm Allah’ın emri / Ayrılık olmasaydı”

Önce ben de Cevat Akkanat gibi düşündüm; acaba Orhan Veli Hz. Süleyman’ı kastetmiş olabilir miydi? Çünkü “nasır” kavramı ayaklarda ölü derinin artması ve ayakkabı giyilince diken batmasını andıran bir hisle yürümeyi zorlaştırmasıyla biliniyor. Oysa bu kavram Arapçada “yardımcı, yardım eden” anlamında kullanılıyor. Buradan yola çıkarak, acaba Orhan Veli şiirinde Hz. Süleyman’ı kastediyor olabilir miydi? Yine de bir bağlantı kuramadım. Cemal Süreya ve Süleyman ilişkisinde de durum aynı…

Ben Cevat Akkanat’ın “Süleyman” adının, dünya görüşü İslami çizgide seyretmeyen iki şairin şiirlerinde geçmesinden duyduğu rahatsızlığı dile getirdiği düşüncesindeyim. Bu açıdan Cevat Akkanat haklı; yalnız toplumu genellersek, çok azı Müslüman olmayan ve kendi kültürel isimlerini kullanan kimseler var. Diğerleri İslami isimleri kullanmakta... Bu durumda gerek Orhan Veli, gerekse Cemal Süreya bu toplumu şiirlerine konu ettiklerinden bu tür isimleri de kullanmak durumundaydılar. Mehmet, Mustafa, Mahmut, Ahmet peygamber efendimizi, Ali, Hasan, Hüseyin, Cafer, Sadık, Kâzım, Zeynel, Abid gibi isimler imamları ve ehl-i beyti, Musa, İsa, Nuh, Âdem, İdris, Davut diğer peygamberleri çağrıştıracaktı… Ben diyorum ki, isimlere çok takılmamak gerek, esas olan söylenenlerin ne kadar şiir olup olmadığı…

“Harlı ’ arlı ’ , menfur ‘ arsız ’ …” Yazar bu yazıda da yine bir duygu tercümanlığında bulunuyor. Arlı ve arsız karşılaştırması ile…

Yıllarca “Arlı arından korkar, Arsız neyinden korkar “ ya da “arlı arından korkar, arsız kendinden korktu, sanır” Her ikisinde de arlı korkak, arsız cesur durumunda, oysa daha önce de bir hadis zikretmiştik : “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.” O halde arlı hiçbir şeyden korkmayacak. Çünkü arlının korkması gereken, Allah’ın yasaklarına ters düşmek… Başka bir korku arlı için söz konusu olamaz. Olursa, korkaklık olur, “… Dilsiz şeytan …” lık olur. Bu yazıyı okuyun ki, şerefle şerefsizliğin çatışmasını göresiniz.

“ Birlik “te mi bir “Harada“ mı? Başlıklı yazıda toplumsal yara haline dönüşen Kürt- Türk ilişkisi ve bundan kendine yarar sağlamaya çalışan hem taraflı, hem tarafsız, yani kendi tarafında olanların değerlendirilmesi yapılıyor.

İhtiraslar insanları çeşitli zamanlarda, farklı nedenlerle karşı karşıya getiriyor. Türk boylarının asırlarca birbirleri arasında süren savaşları; Uygurlar Türkmenlerle, Oğuzlar Avarlarla, Kırgızlar Özbeklerle, Kazaklar Tatarlarla sürtüşüp durmuşlar. Selçuklular, Azeriler, Harezmîler, Osmanlı ve Cumhuriyet… Hep biz kurduk, biz yıktık. Nedenine bakın; İhtiras… İki Müslüman ülke, iki Türk ülkesi neden savaşır? Yönetici kadronun ihtirasından kaynaklanan emellerini gerçekleştirmek için.

Cumhuriyet öncesi batıya karşı verilen din kökenli savunma… Çanakkale, Balkan savaşları, Rus savaşları… İslam’ın yaşam mücadelesi… Ne Kürt var, ne Türk… Müslüman olarak verilen yaşam savaşı… Edirne’de, Çanakkale’de yatan Çukurcalı, Niceli, Başkaleli, Nusaybinli, Batmanlı şehitler… Edirne’de, Çanakkale’de Kürt mü vardı ki, bu insanlar gidip, orada şehit oldu. Kürtlük için, Türklük için ölene şehit denir mi, acaba?

Kürt ve Türkler neden Trablusgarp, Yemen’de öldüler. Peki, onlara şehit denir mi?

O günlerde birlikte ölen o insanlar, bu gün neden birbirlerini öldürüyorlar? Ölenler mi kârlı, öldürenler mi? Yoksa bunları birbirlerine kırdıranlar mı? Onlar kim? Neden bu kadar tahrik ediliyorlar ve neden bu iki dost, arkadaş ya da kardeş tahrik sahiplerini sevindirmekte birbirleriyle yarışıyorlar.

Cenab-ı Allah için “Üstün olanınız, O’na en yakın olanınızdır” denmiyor mu? Kim üstün şimdi; Kürtler mi, Türkler mi? Takva ve üstünlük kimde? Üstünlük birbirlerini kırmaları için ortalığı bulandıranları sevindirmek mi?

Okuyun, düşünün, bakın ve görün…

“Mat” : Milli aydın tipi kendini savuradursun. Yazar İstanbul ve Ankara karşılaştırması yapıyor.

Politikada ağır taşları yerine oturtmak kolay değil, zaman almakta, bunlar yerine oturana kadar, yerini başka unsurlar tutar, işte bunlara “emanetçi” denir. Gerçekten başkent mantığına bakınca, tıpkı bu politika benzerliği gibi Ankara, İstanbul yanında emanetçi başkent durumunda… Ekonomi İstanbul, sanat İstanbul, sergi İstanbul, spor İstanbul, Türkiye’nin yönetim payının onda biri İstanbul, sanırım geriye ve Ankara’ya bir şey kalmıyor. Meclis ve kulis Ankara, bir de yazarın dediği gibi Çankaya…

Gelelim aydınlığa ya da aydınlara: “Geceniz aydın olsun” , “Gününüz aydın olsun”, “Günaydın” gibi temenni ya da dileklerimiz var. Peki, aydınımız var mı? Ne kadar aydınımız var?

Aydın, yalnız kendini değil, tüm çevresini aydınlatarak, insanlığın sıkıntısız yürümesini sağlar. Oysa bizde aydınlar ya da aydın olduğu bize kabullendirilmeye çalışanlar neyi aydınlatıyor. Kur’an’da bozgunculardan: “Onlar karanlık bir gecede, şimşek ışığında yürümeye çalışanlar gibidir. Şimşek çaktığı anda bir iki adım atar, kalakalırlar” diye bahsediliyor. Kendini aydınlatamayanlar bizi nasıl aydınlatacaklar… Olsa olsa, gelip giden iktidarların himmetine sığınıp, üç beş kuruşa çalışan marabalardan başka nedirler?

Yazar “Milli Aydın Tiplemesi (MAT)” diyor. Gerçekten de “MAT” kendine, nefsine, iktidara, paraya yenilen aydınlar… Cenab-ı Hak bize kendi aydınlığından versin, yoksa bunlar aydınlığı bile karartanlar olacaklar.

“Hazırlık maçı” adlı yazının üniforma kısmına biraz değinmek istiyorum: Bizde toplum olarak üniforma korkusu var (her ne kadar son yıllarda bu duygu biraz azalmış görülse de). Asker, polis, doktor, hemşire, ebe, zabıta korkusu. Uçak personeli Erzurum’da çok yaygın olmadığından korku yeterli değil, gemi ise zaten yok, dolayısıyla korkusu da yok. Bunca üniforma korkusu bize ne kazandırdı? Hiç… Üniformaya... Halkı, asker azarladı, polis azarladı, doktor azarladı, hemşire azarladı, zabıta azarladı, ebe azarladı ve bunlardan cesaret alan (tabiri caiz olsa da olmasa da) kendini bir boktan sayan kapıcı ve temizlikçiler bile azarladı. Paran varsa, veriyorsan, insan muamelesi görüyorsun. Yoksa kaldırım taşında gezinen salyangozdan daha az değerlisin. Rahmetli Özal’ın en sevdiğim yanı, medyayı genişletip, bu arsız toplulukların nasıl insanları hor gördüklerini bize gösterdi. Az da olsa, aralarında utanma duygusu kalmış olanlar, tavır ve davranışlarını değiştirdiler. Utanmak erdemdir. Utanmayı bilmeyen insan, aklın alamayacağı kadar kötü şeyleri bulup uygular. Bir toplumu bitirmenin iki yolu; dilini ve dinini bozmak… Çünkü her din ahlak üzerine kuruludur. Ahlaksız bir din yoktur.

Umut ediyorum ki, üniformalılar arada bir üniformalarını çıkarır ve üniformasız birileri olarak, başka üniformalılarla karşılıklı iletişimde bulunurlar. O zaman üniformanın doğru kullanılmadığında bir cendereden farkı olmadığını anlarlar… Çünkü makam zayıf insanlara, güçlü insanlar da zayıf makamlara güç verir.

“ Yeni özgürlükçü sivil diktatörler!” Yazar internet ortamındaki edebi oluşumlardan söz ediyor. Kurulan bloklar, siteler ve onlara hükmeden editörler… Aslında bakıyorum da, yazılı basınla sanal basın arasında çok da fark yok. Bakın ilginç bir gözlemimi anlatayım: Tarihi hatırlamıyorum, ama Enver Aysever’in hazırladığı “Aykırı Sorular” adlı programı seyrediyordum. Enver Aysever, yaptığı ilginç tespitler, sorduğu ilginç sorularla ilgimi çekmiş ve beni de programını seyretmeye zorlamış birisi. Konuğu Hilmi Yavuz… Son yıllarda entelektüel duruşundan sıkılmış olmalı ki, stüdyo makyajını cemaat elleriyle yaptırmaya başlamış olan Hilmi Yavuz, Enver Aysever’le aralarında geçen konuşmada çok özel bir tespit yapıyordu. Her gazete, dergi, radyo ve TV aktüel bir program yaparken ya da bu konulara yönelik yazı yazarken, “kırmızı hat” denilen bir hat çizer ve bu hattın dışına taşan unsurlara yer veremediklerini söylemekte, bunu da o medya kuruluşunun doğal hakkı olarak ileri sürmekteydi Sayın Yavuz. Bir Milliyet gazetesinde, bir Cumhuriyet gazetesinde nasıl ki lâik düzene aykırı bir yazı yayınlanamıyor ve burada çalışan köşe yazarları buna uymak zorunda kalıyorlarsa, Zaman gazetesi ve bu çizgide hareket eden medya unsurları da dinsel konularda aynı özeni göstermekten geri kalmadıklarını söylüyordu. Görülüyor ki, sanal basında da, yazılı basında da durum aynı; belli kimseler ilke koyar, diğerleri uygular. Hatta bazıları konulmak istenen ilkelerinde üzerinde kendilerini görürler ve bu ilke uygun, bu ilke uygun değil, diye ilkeleri bile belirleyenleri belirlemeye çalışırlar. Yazar, bence şunu söylemekte; Hilmi Yavuz gibi yazma yoluyla ailesini geçindirmek zorunda olmayan bir insanın sarı, kırmızı hat gibi askeri mantıkla, istediğini değil, istenileni ve beklenileni yazması hiç de şık değil.

“Marko Paşa” Yazar Cevat Akkanat bu yazıda “Marko Paşa” tarihçisinden, kimliğinden, büyüyüp serpilmesinden söz ediyor. Yeri gelmişken ben de modern “Marko Paşa” lardan söz edeceğim; gerçi siz bu paşaları zaten tanıyorsunuz.

Cevat Akkanat’ın üç “Makro Paşa” sına üç yeni sima ve üç yeni yorum… I. Marko Paşa, devr-i Ecevit ve güçlü koalisyon tarafından IMF’den devşirilmiş ve ülkede önemli bir kariyere sahip olmuş ve getirenlerce ülkeyi önemli bir kariyere taşımaya namzet kılınmıştı. Taşıdı mı? Taşıdı. Türkiye’yi aldı IMF’ce uygun görülen yere taşıdı. Kim memnun, kim değil? Takdir bizim, sizin, onların. Yani isteyene istediği tarzda düzenlenmiş takdir… Bu takdirlik Marko Paşa kemer sıktırmaktan bel koptu, otorite koptu, ekonomi koptu, Marko Paşa koptu, denize daldı.

II. Marko Paşa “Büyük Ekonomik Kriz” i milat sayarsak, milattan sonra I.Tayyip döneminde IMF’den devşirilen Marko Paşa, I. Marko Paşa’nın mirasını devralıp hayırlı bir evlat olarak bıraktığı yerden çalışmalarını sürdürdü. II. Marko Paşa’nın yanında ülkeye un, mısır ve pastörize yumurta sunan eski bir külhanbeyiyle… Derken deli dana, akıllı tavuk, teknolojik mısır ve undan oluşan yeni bir ekonomik model… Biz kalkınmayalım, kim kalkınsın bire gafiller, eller bize, biz de kendi çıkardığımız toza bakıyoruz. Amerika ve Avrupa Birliği sevgi ve şefkatini kazanma azmi ve gayreti içinde…

III. Marko Paşa, II. Marko Paşa’nın dış ilişkilere atanması sonucu, yine I. Tayyip tarafından, yine IMF’den devşirilme… Hayli iyiye giden ekonomi artık gözle görülecek durumda. Her yerde altı yüz, yedi yüz bin TL yukarısı araçlarda görülen, üstü pahalı kumaş ve ipeklerle örtülü boya sandıkları… Ne taşıdığı / taşıyacağı bilinmeyen, yeni satın alınmış gemiler, duvarları, kapıları, pencereleri ve sıvaları yoksul bir adamın elbiselerini andıran, kira öder gibi, üç daire fiyatına bir daire verilen meskenler. Bütün bu sömürü düzenini meşru gösterme yolu olarak sığınılan, “Şükrümüzü bilmiyoruz, ülkede yok yok, elhamdülillah” dedirten III. Marko Paşa ve ben… Bunca güzel şeyi görmeyen… Bu güzelliklerin devamı için destek vermeyen… Ben ne işe yararım ki, on iki Eylül’de, ikinci on iki Eylül’ü onaylamak için sandık başına gitmekten başka…

Siz farklı bir Marko Paşa okumak ve öğrenmek için Marko Paşa adlı yazıyı mutlaka okuyun.

“Fransız kalmak”… Bakıyorum da, ne kadar da Fransız kalıyoruz her şeye. “Fransız kalmak” deyimini yazar gerçeğinden çok daha güzel açıkladığı için bu konu üzerine yorum yapmanın uygun olacağı kanaatinde değilim. Yalnız nelere Fransız kaldığımız üzerinde biraz duralım, istiyorum. Çocuklarımızın eğitimi – politikacılar çocuklarını yabancı okullarda ve yabancı memleketlerde okuttuklarından böyle bir dertleri yok. Bu dert bizim - çocuklarımızın güvenliği, çocuklarımızın sağlığı, çocuklarımızın ekonomik teminatları, eriyip giden sağlıklı tarım ve hayvancılık, can çekişen köylü, kemer sıkan şehirli, veresiye defterinin yerini alan kredi kartları hezimetleri, kırılan dökülen eşyalar ve yerine konamayan kırık onurlar, terk edilen eşler ve bütün bunları dinin bir emri gibi kabullenmemizin istenmesi… Bizim şükrümüzü bilmediğimizin tespiti… Birilerinin işine gelmediği için, bizim de işimize gelmeyen davranışlarımız… Ve bütün bunlara Fransız kalmamız… Akıl almaz yanlarımızı boş beyinler alabiliyor böylece. Ne mutlu bize. “Ne mutlu Türküm diyene.” Ne mutlu Fransız kaldım diyene.

“Ölü kokusu” yazısında Cevat Akkanat Dostoyevski’nin “Karamozov Kardeşler” romanını bütün toplumlar açısından yorumluyor. Romanda kendilerine bile fayda sağlayamayan cansız varlıklardan nasıl medet umulduğu vurgulanıyor. Hatta canlıların yediği naneler, ölülere yazılı ve sözlü şikâyetler olarak gidiyor.

Ben yeri gelmişken “ölü kokusu sinmek” ya da “ölü toprağı serpilmek” deyimlerine değinmek istiyorum: Her iki deyim de, bir kişi ve toplum için kullanıldığında bezgin, yılgın, bitkin, sorun çıkarmayan, isteneni düşünmeden yapan (cyborg gibi) garip varlıklar olarak anlam kazanıyor. Hareket, değişkenlik ve çeşitliliğin bittiği bir toplum… Yönetilenin yönetene kayıtsız şartsız boyun eğdiği bir toplum… Toplumda sosyal çıkıntı diyebileceğimiz çeşitli varlıkların da pürüzlerinin giderilmesi için, türlü yollar kullanılıp, onların da üzerine “ölü toprağı serpilmiş” bir duruma getirilen bir toplum… Bu toplum hangi toplum? “Kim beş yüz bin lira ister?” yarışmasının final sorusu gibi, değil mi?

“Kahraman şüphe” başlıklı bu yazıyı “Filozof Köpek”le başlatıp, kahramanlar dizisini muhayyilemizde seyrettiriyor Cevat Akkanat. Yazıyı okuyunca, ne kadar çok kahraman var, kahraman olmayan samimi duygularla okuyup, samimi duygularla yazanlar… İşte bir kaç kahraman: Ülkesinin geleceğini sarıktan fese çevirerek yücelten kahraman… Avrupa’ya bilim için gidip Fransızlaşan kahramanlar… Her türlü yazı ve şiirlerinde Fransız hayranlığını sayfalarca anlatan kahramanlar… Yeniden giysi, yazı, kültürü değiştirmek için yıllarca çabalayan kahramanlar… Tek partiyi tek iktidar yapmak için uğraşan kahramanlar… Amerika ile el ele, gönül gönüle Kore’ye çıkarma yapan kahramanlar… Cumhuriyete karşı cumhuriyeti koruduğunu söyleyip, durmadan darbe yapan kahramanlar… Kendi vatandaşlarının öldürülmesini, kendi geleceklerinin teminatı olarak gören ve sorun çıkaracak olanları yok eden kahramanlar… Musul ve Kerkük hayalleriyle Amerikan önünde takla atan kahramanlar… Kapris ve hırsızlıklarını birbirleriyle yarıştıran kahramanlar… Bozulan ekonomiyi düzeltmek için ithal yardımlarla bizleri düzelten kahramanlar… Düzeltilmekten hoşlanan, devamlı farklılık arayan ve düzeltenlerin devamlı kılınmaları için çaba gösteren kahramanlar… IMF’yi ikna etmek için çaba gösteren kahramanlar… IMF’nin bize sunduğu kahramanlar… “Zeytini bir yıl ekin, bir yıl ekmeyin. O zaman zarar etmezsiniz” diyerek çiftçi ve köylüsünü çok sevdiğini gösteren kahramanlar… Hiçbir şey yapmasa bile muhalefete laf sokan kahramanlar… İktidarı nasıl eleştireceğini bilmediği için, halkın gözünde sürekli iktidarı yücelten muhalif kahramanlar… Davos’ta moderatöre çatan ve biz duygusal topluluk gözünde uzay mekiği gibi yükselen kahramanlar… Medyayı türlü baskılarla kontrol altına alıp, güllük güneşlik bir ülkede yaşadığımızı göstertmeye çalışan kahramanlar… Sendikaları işlevinden uzaklaştıracak türlü tedbirler alan ve sosyal uyumsuzluğa yol açabilecek ortamları temizleyen kahramanlar… Bu ortama zarar vermeyecek muhalefetler hazırlayıp, ortamın devamını sağlayacak alt yapıyı hazırlayan kahramanlar… Eeee, bunlara karşı çıkan vatan hainleri ve anarşistler…

“Amerikan’ın uykusu kaçtı” adını taşıyan bu yazıyı okurken hiçbir şey söylemek istiyorum. Ayı türleri ve özelliklerine değinen bu yazının tılsımını bozmamak için mutlaka okuyun, diyorum.

“Katiller ve yazarlar” adlı yazıda Dostoyevski’nin “Karamozov Kardeşler” romanındaki baba katili Dimitri’nin yazar ve şairler hakkında düşündükleri, bizdeki yazar katilleriyle bunların katilliğinden nemalananlar karşılaştırılıyor. Ayrıca yazarlarla yazarlar da… Karşılaştırma mükemmel… Kürt, Türk, Ermeni ya da başka bir millet… Kavmiyet sıkıntısı… Boka basanın ayağı boklanır… Ben de yeri gelmişken (gelse de, gelmese de çok önemli değil) katil çeşitlemesi yapayım: Düşünce katilleri, hayvan katilleri, siyaset katilleri, dürüstlük ve onurluluk katilleri, konuşma katilleri, yazı katilleri, çocuk katilleri, bebek katilleri, kadın katilleri, namus katilleri, ekonomi katilleri, kültür katilleri, din katilleri, insanlık katilleri filan, filan, filan…

“Supprimons armées d’occupations!” ben ecnebi dillerini pek bilmiyorum, bu yüzden cümle hangi dilde, onu da bilmiyorum. Fransızcaya benziyor. Ne anlama geldiğini kitabı okuyunca öğreniyorsunuz.

Ben, esas şunun üzerinde durmak istiyorum: İşine gelen her millet muhayyilelerindeki hedefe ulaşmak için ne gerekiyorsa, onu yapıyor; çocukları kullanmak dâhil… Çanakkale savaşını kaybetmeye başlayan Avrupa, hemen bir yaygara başlatıyor; Osmanlı çocukları savaştırıyor (bu bilgiyi, bu yazıda bulabilirsiniz). Oysa Avrupa’nın kendisi Çanakkale’de Yeni Zelandalı ve Avustralyalı Anzak çocuklarını kullanmıyor mu? Toplumlar güçlerini ve sosyal yapılarını kullanarak kendilerini savunmaktalar. Erkekleri ölmüş / öldürülmüş toplumlar savunmalarını ya kadınlara, ya çocuklara indirgeyecekler. Her toplum Avrupalılar gibi ahlak çöküntüsü içinde, erkekler ölüyor diye kadınlar telim olacak ve kendilerini peşkeş çekecek değiller. Kimler, ne kadar kendilerini ve yakınlarını savunarak ölmeleri gerekiyorsa, o kadar savunup ölecekler. Ahlaksız, onursuz, dinsiz yaşamak kokmuş bir leşten başka bir şey değildir.

Evet, çocukları koruyalım, savaş ve kavgadan uzak tutalım, ama toplumları hor görmekten, sömürmekten vazgeçerek.

“Kırmızı kart kime?” Bana olmasın da kime olur olsun. Biraz bencilce bir cümle, değil mi? Nasrettin Hocaya karısı sormuş: “Hocam kime görünüp, kime görünmeyeyim?” Hoca cevap vermiş: “Bana görünme de kime görünürsen görün.” Ne alaka, diyeceksiniz. Her şeyde illa bir alaka aramak gerekmiyor.

Her şeyi öylesine top oyunlarına bağlıyoruz ki, polis operasyon yapıyor, topla ilişkilendiriyoruz. Bir edebi yazı yazıp, topla ilişkilendiriyoruz. Bir dostumuzu görsek sevincimizi top sevinciyle ilişkilendiriyoruz. Acaba ölümü de gol yemek ya da bitiş düdüğü olarak mı sembolize edeceğiz? Gerçi Cenab_ı Hak Kur’an’da surdan söz ediyor. Biz de düdük olarak algılıyoruz. Bu da bitiş düdüğü mü oluyor, ne dersiniz?

Yazar bu yazıda bir internet kredi kartı çetesini “Kırmızı kart” adını verdiği bir baskınla çökerttiğinden söz ediyor. Ve insan eğer yazma arzusuna yenik düşerse, bulamayacağı konu, yazamayacağı yazı yoktur. Sabır vardır. Sabır; bana göre zaman kollama, uygun anda harekete geçme demek. Yoksa her tehlike karşısında korku ile susmak ve karşı koymamak, yani katlanma, tahammül demek değildir.

“Gaz bilgisi” bu yazı tahsil düzeyi ileri olmadığı anlaşılan bir egzoz ustası ile yazar arasında geçen, motor ve egzoz konularını içeren bir sohbetten ibaret. Yalnız, gerek benim, gerekse Cevat Akkanat’ın söylemek istediklerimizi egzoz ustası “Pehlivan” lakaplı kişi, bilge bir tavırla, egzoz ve yapısının rejimle karşılaştırılmamasını istiyor. Bunu söylerken bile, söylediklerinin temelinde nelerin yattığını vurguluyor. Bilgisiz görülen bilgeler, diyorum ben bu kişilere.

Bir menkıbe de ben anlatayım konuya ilişkin: Erzurum’da bir vali yardımcısı ile arkadaşı makam odasında otururken, bir köylü arz-ı halini anlatmak için kapıyı tıklayıp, içeri girer. Başında şapka vardır. Makam sahibi içeri giren şahsı kovar: “Dışarı çık, başını aç, sonra gel. Haydi bakalım! Dışarı…”, der. Köylü tam çıkacakken döner ve: “Vali bey, bu şapkayı bana Mustafa kemal taktırdı. Sen kim oluyorsun da açtırıyorsun. Efendi sen değilsin, efendi benim, sen benim için çalışansın”, der.

Olan bitenin sonu önemli değil, önemli olan insanın kim olduğunu bilmesi ve nerede olması gerektiğini, zaaflarına meydan vermeden (nefsine kanmadan) karar vermesi gerektiği...

“Ateşin Türklerle imtihanı yahut Türkleşmek istidadı!” Ben bu yazıyı Cevat Akkanat’ın birilerine “laf sokmak” için kaleme aldığı düşüncesindeyim. Hatta şunu söyleyeyim ki, laf ulaşması gereken kişilere yakın temas içinde, tabii lafın muhatapları üzerine ölü toprağı serpilmemişse…

Bu yazıda şu tespit yapılıyor: Birçok yazar ve şair inandıklarını değil, pirim yapacak konuları kaleme alıyorlar. Ben sosyalist düşüncede bir yazı yazacak olsam, düşüneceğim; Ataol Behremoğlu zaten yazıyor, onu okuyan beni okumaz. Dini konuda yazsam, din felsefesinde Süleyman Hayri Bolay, meal konusunda Ali Bulaç, Muhammed Esed, tefsir konusunda Seyyid Kutub, Mevdudi, sosyoloji konusunda Ali Şeraiti yazmakta. Hangi konu zayıf, diyelim ki, ırkçılık, kavmiyetçilik, milliyetçilik… Bunlara inanıyor muyum, hayır. Peki, niye yazıyorum? Beni ancak bu kesin okur, çünkü konuya ilişkin yazı yazacak kişi ya az, ya yok. Turgut Özakman niye yazsın, bir çılgınlık yaparak.

Bitpazarının nurlarına bakıyorum da, onlar inandıkları için ışık saçıyorlar. Onların düşünceleri ister doğru, ister yanlış, ister güzel, ister çirkin… Ama samimiler ve inandıkları için inandıklarını yazıyorlar. Mehmet Eminler, Ziya Gökalplar, Rıza Tevfikler, Mehmet Akifler, Halide Edipler, Reşit Rahmetiler ve daha birçok isimler…

“Altıncı Filo, Abraham Lincoln, Çakal Carlos…” Doğrusu bu yazıyı okuyana dek Çakal Carlos’un Müslüman olduğunu bilmiyordum (cahilliğime verin). Altıncı Filo’yu 68 kuşağı döküntüleri olarak bilmememiz mümkün değil. Abraham Lincoln’a gelince, adı bana bir Yahudi adını anımsatmakta. Gerçek Yahudileri tenzih ederek şunu söylemek istiyorum ki, Yahudilik sömürü ve kölelik üzerine oturtulmuş bir sistem. Abraham Lincoln köleliği kaldırdığını söylüyor. Köle; gücü bitmeyecek kadar varlık istihdamıyla yaşamasına izin verilen insan. Şimdi de aynı değil mi? Asgari ücret diye hayatta kalmayı zar zor karşılayacak kadar bir getiriyle insanlar köleleştirilmiyorlar mı? Bu durum Amerika’da da olsa aynı, Türkiye’de de.

Çakal Carlos hayran olduğum birkaç militandan biri. Birkaç isim sayalım; Turgut Alp, Mustafa Çelebi, Cem Sultan, Şah İsmail, Köroğlu, Robin Hut, Hacı Murat, Şeyh Şamil, Ömer Muhtar, Ernesto Che Guavara, Seyyid Kutub, Ali Şeraiti, Şamil Basayev, Mustafa Kırımoğlu (Cemiloğlu), Elçi Bey, Yusuf Alptekin, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Mahir Çayan, Abdullah Çatlı, Çakal Carlos. Bu adı zikredilenlerin ne için hizmet ettiklerinden çok, inandıkları uğruna yılmadan gösterdikleri çabalar önemli. Birçoğuyla aynı dünya görüşünü paylaşmadığımız apaçık ortada.

Gelelim Altıncı Filo’ya: Yazarın da dediği gibi, Amerikan filosu iki kere İstanbul’u ziyaret etmiş. Üçüncü de Kıbrıs çıkarmasını engelleme amacıyla Akdeniz’e gelmiş. Halkın değil, iktidarların kadim dostu. Ne iktidarlar çıkarıyoruz, istemediğimiz her şeyi yapıyorlar. Biz yine de seçmeye devam ediyoruz. İşte istendik bir halk. Kalk ve kendine bak. Ne görüyorsun? Ne gösteriyorsun?

Futbolun spor olması dışında, bu işi tıpkı bir kumar makinesi ya da İtalyan mafyasına getiri sağlayan ya da kara para aklamaya yarayan yanlarını düşünürsek, bu işin bu kolunu sürdürenlerle Abraham Lincoln arasında bir fark olmadığı görülüyor. Abraham Lincoln, zenci kölelere hangi bakışla bakıp, özgürlük veriyorsa, bu işin başındakiler de seyirciyi aynı gözle görüyorlar gibi geliyor bana. Ya size…

“Kadehlerinde kan var” Gerçekten Charles Dickens tarafından yazılan mükemmel bir roman “İki Şehrin Hikâyesi”. İş ehline bırakılmadığında ya da işi ehli yapmadığında neler olduğu / olacağı anlatılıyor. Korkunç bir yüzleşme bu roman. Charles Dickens kendisiyle, toplumuyla, geçmişiyle yüzleşecek kadar cesur. Ya biz… Devamında ve sosyal yapı karşılaştırmasını Cevat Akkanat bu yazısında zaten yapıyor. Bize düşen yazıyı okumak…

“Sümerbank fakültesi ‘hurda teferruat’ kütüphanesi” Kütüphanelerde yaşlanmayı, tozlanmayı kendilerine benzeyenlerle sürdüren kitaplar, devlet birimlerinin kütüphanelerini süsleyen kitaplar, okunmadıkları için en az eskiyen ve kitap değerini anlayan bir adamın (Peter Kraus) yok olmaktan kurtardığı kitaplar konu ediliyor bu yazıda. Bizim yakın zamanlarda geri dönüşümden kurtulabilen Sümerbank kütüphanelerinin okuyucuya kavuşan kitaplarıyla karşılaştırıyor yazar. Bu tutumun bir hüznü ve kırgınlığı var, yani kitapların değerinin anlaşılmaması.

Bu tür kitaplar geri dönüşüme gitmemiş de sahaflara ulamışsa, bu aslında sevindirici bir şey, çünkü okuyacak birileri mutlaka olacak. Bakın eskiden İslam âlimleri okunmayan kitapların okuyacak olanlar tarafından ödenecek bedeli karşılanamıyorsa, çalınarak okunmasının caiz olacağına karar vermişler. Aslında bu konu araştırılmaya değer, bu yazı da okunmaya.

“Meyinos kütüphanesi: Fayklı biy fahyanayt döytyüz elli biy” bu yazı da Cevat Akkanat kitap katillerinin tarihi gelişimine değinmekte, gelişen bilim ve kültür tarihinin nasıl yok olup gittiğini anlatmakta. Yazı gerçekten etkileyici, ibret ve ürperti verici boyutlarda… En acımasız olanları ise Sezar gibi, Semerkand, Bağdat, Şam, Harezm, Buhara gibi kültür şehirlerinin kütüphanelerini yaktıran Cengiz gibi (yazıda yer verilmemesine rağmen) ve kitapları yaktırmasa da Bulgaristan’a hurada kâğıt fiyatına Osmanlı arşivlerinin satılmasını umursamayan Mustafa Kemal gibi dünyanın hayranlığını kazanmış kimselerin böyle bir çirkinliğe bulaşmaları, olayın vahametini ortaya koyuyor. Bizlerin de bu katilliğe seyirci kalmaktan öte, alkış tutmamız ve onlar adına minareye kılıf uydurmamızın hiçbir tutarlığı ve affedilir yanı yoktur. Cevat Akkanat’ın da yazısında belirttiği gibi “birilerini aklamak” çabasıyla, birileri birilerinin kirini örtmek için, kendi kirlerini kullanıyor. Kir kiri örter mi? Aynı zihniyet, umut ediyoruz ki, “Milli Kütüphane”yi ve diğer şehir kütüphanelerini, aynı mantık ve sevimli maskeler takıp dolaştıkları çirkin çehreleriyle, yakıp yıkıp hurdaya vermezler.

“Romantik müdahale” Basit bir kurgunun nasıl yapılabileceği bu yazıda gösterilirken, bir yazarın roman ve öykü üzerindeki hâkimiyetine de değinilip, toplumsal sorunların nasıl kurgusal bir yaşantıya aktarılması gerektiğini ve aktarıldığını örneklerle gösteriliyor. Gerçekten Gogol’un “ Palto” ve “Burun” hikâyeleri öteden beri benim de ilgimi çekmiştir. Hem romantik müdahale, hem de Gogol’un yapıtları okunmaya değer.

Ben bu arada şunu söylemekte yarar görüyorum: Bir yazar, Tanrı’nın yeryüzüne yaratıcı sıfatıyla yansıyışıdır. Yaratıcı yarattıklarının hareketlerine, duygularına müdahale etmez. Yol gösterecek sebepleri de ihmal etmez. İyi ve kötü hayatı temin yaşayanlara aittir. Yazar yapıtına sınır getirmelidir, çünkü getirmezse, koskoca bir dünya ve bitmeyen bir roman yazılmaya başlanır.

Görünmeyen pislikleri görünen temizleyicilere göstermek zaten bir yazarın asli görevidir. Bunu “İki Şehrin Hikâyesi”nde Charles Dickens ne kadar muhteşem anlatıyor, insanın iğrençliğinin çıplak görüntüsü, bedava mal dağıtımlarında ve yağmalanacak malların yağmalanma esnasında bütün korkunçluğuyla ortaya çıkıyor. Çare ne? “Bilenler bilmeyenlere anlatsın.”

“Tilki kafası” yıllar akıp gidiyor, zaman bahrinde akmayan ne var. Teknolojik öküzlerle uzay tarlalarını sürmeye ya bugün, ya yarın başlarız, diye düşünüyorum. Acaba teknolojik öküzler, uzay tarlalarını sürmekte bizi mi kullanacaklar? Çünkü kullanmayan kalmadı entel emelleri doğrultusunda bizleri. Aklıma bir de “Maymunlar Cehennemi” geliyor. Acaba oradaki bilim maymunları da kendilerinin insandan evrimleşerek dönüştüğü teorisini bulmuş ve kabullenecek bir maymun kitlesi oluşturmuşlar mı?

İnsan tuhaf bir varlık; on beş dakikada on beş farklı dünya kurup yıkıyor. İyiki tanrılık özelliği cüz’i durumda, külli durumda olsaydı, canımızın sıkıldığı her varlığı türlü şekillere sokmaya kalkardık. İçimizdeki insan, dışımızdaki insanın türlü farklılıklara götürmekle getirmemek tereddüdü yaşatıyor. Sahi tilkiyle kafaları değişsek ne olur? Tilki şair, Osman politikacı olur mu? Politikacılara inat… Burada “Tilki kafası”yla hızlı değişkenlikler üzerinde duran yazarın düşüncelerine renk katmak istedim. O kadar… Ben de ıslıkla çalmayı çok sevdiğim birkaç dize bırakayım:

“…

Yoksulun sırtından doyan doyana

Bunu gören yürek nasıl dayana

Yiğit muhtaç olmuş kuru soğana

Bilmem söylesem mi söylemesem mi

Mahzunî Şerif’im dindir acını

Bazen acılardan al ilacını

Pir sultanlar gibi darağacını

Bilmem boylasam mı boylamasam mı”

“Solgun kağıt yüzleri” Eskilerin “dumansız ateş” dedikleri aşk bu olsa gerek: Bir geçmişin sahibi tarafından yakılıp, yok edilmesi… Bu bir erimek mi, planlı bir intihar mı, yoksa geleceğe paslı aletler taşıyıp kirletmekten korkmak mı? İnsanı yoruyor “geçmiş” dediğimiz ayrıntılardan kurtulmaya çalışma hareketleri. Ne zor, ne hüzünlü… Yaralı bir adamın pansumanı gibi hem sevinç, hem acı veriyor bu durum. Cevat Akkanat’ta bu mevsimsel gribin yorgunluğunu taşıyor bu yazısında. Bu arada bana da yaşatıyor. Okuyun bakalım siz neler hissedeceksiniz?

“Ferd” lik bilinci, başlığını taşıyan bu yazıda müfredatsız bir eğitim ve müfredatlı bir eğitim karşılaştırması yapan yazar, gönlümüzden geçenleri söyleyerek kitabı bitiriyor.

Türlü karmaşalara sebep olan eğitimimizin en başarılı devrimi veya yeniliği öğrenci merkezli oluşu. Doğal ve yapay maddesel yapılaşma kanunlarında en güçlü, en bilgili, en işlevsel olan merkezde, diğerleri onun çevresinde yer alır. Güneş ışık ve ısı kaynağı, ortada, gezegenler ve uydular güneşin çevresinde… İnsan merkezde diğer canlılar onun çevresinde… Peygamberler merkezde insanlar onların çevresinde… Doktorlar merkezde hastalar onların çevresinde… Aynı mantık içinde bizim milli eğitimde öğrenciyi merkezde öğretmeni onların çevresinde topluyor. Çünkü öğretmenlerin öğrencilerden öğreneceği ne kadar çok şey var. Yıllarca toplumların, devletlerin, âlimlerin yaptığı salaklığı tespit eden milli eğitim, bir düzenlemeyle öğrenciyi merkeze yerleştiriyor. Merkezdekiler zamanı geldiğinde bilgilerini kullanarak, ülkede neyi nereye yerleştireceklerini de bilirler, sanırım.

Sanırım bu dünya böyle… Sorunlar, tespitler, çözümsüzlükler, özümsüzlükler, okunmayan, hurdaya bırakılan kitapların, yakılan kütüphanelerin ahı tuttu herhalde. Yazarlar, eller cepte, kırık gönül gezerler. Biz de iki kitap arasında bir çay içelim mi be dostum?

4 Ağustos 2010 – Ankara

http://blog.milliyet.com.tr/_Edebiyat_hayat_memat__uzerine/Blog/?BlogNo=255050