Erkekler İktidarlarını Kaybediyorlar

Erkekler İktidarlarını Kaybediyorlar

Kübra Demir

“Kadınlar giderek bağımsızlaşıyor, özgürleşiyor, kendi ayakları üzerinde duruyorlar. Kendine has bir bakış açısına sahip olan ve ekonomik özgürlüğüne kavuşan kadın bugün büyük başarılara imza atıyor.”

Geçtiğimiz yılın son aylarında vizyona giren ve kadın erkek iktidar savaşını anlatan “Kadın Krallığı” filmini hepiniz hatırlayacaktır. Kukuriki adını da alan bu film aslında insanoğlunun var olduğundan beri tartışılan kadın erkek çatışmasını konu alıyordu. Geçmişten bugüne süre gelen bu çatışmayı bugün sadece filmlerde değil hayatımızın her alanında görebilmemiz mümkün. Çünkü artık kadın erkeğin yapabildiği pek çok şeye elini atmış durumda. Kadınlar giderek özgürleşiyor ve kendi ayakları üzerinde duruyorlar. Bizde var olan bu tartışmayı sayfalarımıza taşımak istedik ve toplumsal olaylarla ilgili pek çok araştırmaya imzasını atan Ümit Aktaş’a Türk toplumunun ataerkil mi yoksa anaerkil mi olduğunu sorduk. Bakın nasıl cevap verdi…

 

Türk toplumunda geleneksel değerlerle birlikte aile modelleri de değişmekte. Sizce Türk toplumu ataerkil midir, anaerkil midir?

Türk toplumu, geleneksel anlamda ataerkil bir toplum. Yani ailede olduğu kadar, sosyopolitik tüm iktidar alanlarında da egemen olan erkekler ve eril değerler. İş, sanat, siyaset, bilim, spor, iletişim gibi belli başlı alanlarda yapılacak sıradan bir gözlemleme bile bu gerçeği hemen doğrulayacaktır. Elbet bu tablo, uzun bir tarihsel sürecin bir sonucu. Burada kimi nedenler ve izahlar aramaya ve bunun için tarım toplumunu suçlamaya da bir gerek yok. Çünkü hemen yanıbaşımızdaki İran toplumu, anaerkil özellikler taşımakta. Ona bakarsanız avcıl toplumlarda ataerkil nitelikleri besleyecek daha fazla neden var. Bu biraz da toplumun temel  kurulumu ile ilgili bir şey. Yani akrabalık ilişkileri kimin üzerinden gerçekleştiriliyor, toplumdaki başat semboller hangi değerler üzerine kurulu, toplumun örgütlenmesi eril ya da dişil nitelikler mi taşıyor gibi. Bu açılardan baktığımızda, kimi yerel istisnalarla karşılaşsak bile, toplumumuzda temelde eril değerlerin ve ataerkil bir kültürün egemen olduğunu görebiliriz. Ama bu yapıda, özellikle 20. Yüzyılın sonuna doğru bir değişim başladı ve erkekler giderek iktidarlarını kaybetmekteler. 

Bunun tarihsel sürecini anlatır mısınız?

Modern dönemde iktidarın yapısındaki değişimi, doğrudan okuma üzerinden izlemek mümkün.  Dolayısıyla okumakla bir insan olarak yetkinleşmek, dolayısıyla da toplumsal egemenlik-üstünlük arasında da doğrudan bir bağ vardır. Sözgelimi 17. Yüzyıl sonunda Avrupa’nın kitap basılan şehirlerinin yarısı Hollanda’dadır ve Hollanda o sırada Avrupa’nın en gelişmiş ülkesidir. Gerçi günümüzde farklı kimi gelişmişlik anlayışları olsa da, bir toplumun gelişmişliği yine büyük ölçüde okumayla bağlantılıdır. Şuraya gelmek istiyorum: özellikle 1980’lere kadar erkekler, nicel olduğu kadar nitel olarak da daha fazla okumaktaydılar. Kadınların enerjisi ise büyük ölçüde bastırılmıştır. 1980 sonrası kadınların okuma oranına paralel olarak kamusal hayata katılımları da artmaya başladı. Hayat içerisinde, belki henüz doğrudan sonuçlarını elde edemeseler de, etkinliklerini giderek artırmaktaydılar. Erkekler formel eğitim kurumlarındaki etkinliklerini yitirmekteydiler artık. Daha da kötüsü, doğrudan kitap okuma eğiliminden de giderek uzaklaşmakta, sadece geleneksel olarak ellerinde tuttukları iktidarın nimetlerinden yararlanmaya çalışmaktalar. Bu ise tipik bir düşen sınıf davranışıdır. İktidarın refahına gömülmek ve sadece ondan yararlanmaya çalışmak, belki maddi anlamda hâlâ iktidarda olmanın bir göstergesi olsa da, artık giderek iktidarını yitirmekte oluşun bir belirtisidir. Çünkü iktidarın yitirilmeye başlanan ilk alanı zihinsel, psikolojik, entelektüel alandır. Maddi alan ise, iktidardan düşenlerin sığındıkları en son kaledir. Ve maalesef, bu alanın da yitirilmesi oldukça hazin sonuçlara yol açacaktır. Son yirmi yıl içerisinde değişik yerlerde katıldığım  toplantılarda, giderek kadın dinleyicilerin sayısı ve kalitesinin artarken, erkeklerinkinin ise azaldığına tanık olmaktayım. Sorular daha çok kadınlardan gelmekte. Kadınlar yeni çıkan yayınları daha iyi izlemekteler ve artık o eski geleneksel kadın günleri yerine, okuma ve tartışma programları düzenlemekteler. Daha iyi okulları kazanmaktalar ve giderek iş hayatında da etkinleşmekteler. Elbet tüm bunların iktidar alanına yansıması epeyce bir zaman alacaktır. Ama daha şimdiden kadınların hakları konusunda daha hassas olduklarını, erkeklerin suskun kaldıkları yerlerde onların seslerini yükselttiklerini görebilmekteyiz.

“Bölgeler arası farklılıklar var”

Günümüzde kadınların artık erkeklerin de yaptıkları pek çok faaliyeti üstlendiğinden bahsetmektesiniz. Türkiye’de bu ayrımı bölgesel olarak yapabiliyor muyuz? Örneğin, Karadeniz’de ya da Doğu bölgesinde batıya göre daha büyük farklılıklar mı var?

Elbette ki var. Türkiye’nin doğusu, genel olarak ataerkilliğin daha yüksek olduğu bir bölge. Buralarda kadınların kamusal hayata katılımı daha kısıtlı. Okuma oranları düşük. Kadınlar, ancak kadına mahsusu kılınmış alanlarda (genellikle evsel işlerde) çalışabilmekteler. Bunlar da daha çok kadınlara özgü olarak addedilen işler. Zaten doğurganlık oranı yüksek olduğundan, çocukların bakımı ve büyütülmesi, kadınların neredeyse yegâne meşgalesi. Dış dünya ile erkekler ilişki kurduğu için, hayatı da ancak erkekler üzerinden öğrenmekte ve yaşayabilmekteler. Bu ise ister istemez bir erkek bakış açısına mahkûm kılmakta onları. Egemen olan eril bakış açısı hoyrat, Vandal, kadını neredeyse kendi mülkü olarak gören bir bakış açısıdır. Buna karşı batıda yaşayan kadın ise belki daha özgür (serbest)’dür, çalışmaktadır (ama büyük ölçüde ucuz işgücü olarak) ve bir o kadar da konformisttir. Yani modern tüketim aygıtlarına daha fazla bağımlıdır ve bu ise, eril tahakkümden kurtulsa bile, aslında kadının özgürleşmesini engelleyen bir başka bağımlılık biçimidir; yani bu kez de kadınlar kapitalizm tarafından uyruklaştırılmaktadır. Sonuçta kapitalizm de eril akıl tarafından örgütlenmiş bir üretim biçimidir ve kapitalizmin tüketicileri ise, bu eril akıl tarafından büyük ölçüde edilgenleştirilmiş olan kadınlardır. O nedenle, aklı başında bir kadın hareketi, öncelikle kapitalist üretim-tüketim döngüsünün eril tahakkümünü deşifre ederek buna itiraz etmelidir. Yani öncelikle ve özellikle kadınlar, bütünüyle pazara bağımlanmış bir hayatın kölesi olmaktan kendilerini kurtarmalıdırlar. Çünkü bu tip bir yaşama biçimi aileyi, toplumu ve giderek dünyayı ortadan kaldırmaktadır.

“Kadın artık erkeğe ihtiyaç duymuyor”

Ataerkilden anaerkile geçiş sürecinde Türk aile yapısı bunu nasıl karşılamaktadır?

Çatışmalı ve sorunlu bir süreçten geçmekteyiz. Giderek bağımsızlaşan, özgürleşen, kendi ayakları üzerinde duran, kendine has bir bakış açısına sahip olan ve ekonomik özgürlüğüne de kavuşan kadın, hâlâ aile içerisindeki o geleneksel yerinde tutulmak istenince, bu ister istemez sorunlara yol açmakta. Kuşkusuz kadın çocuk doğuracak, onunun bakımı ve büyütülmesiyle ilgilenecek, evinin işlerini erkekle birlikte çekip çevirecektir. Ama sorun bunun ötesindedir. Bu ailedeki rollerin dağıtımından öte, kadının artık erkeğin bakış açısına, yani bilincine muhtaç olmamasındadır. Dünyayı anlamak ve “okumak” için erkeğe ihtiyaç duymamasındadır. Hayatı ve hatta dini kendince yorumlayabilmesindedir. Çünkü o zaman kadınlar, erkeklerin kendilerine atfettikleri iktidar gerekçelerinin ne kadar dayanıksız olduklarını görebilmekte, bunun verili olmayıp hak etmekle ilgili olduğunu öğrenebilmektedirler.  Ama bu yeni durum, okumuş ya da okumamış olan her kesimden erkek tarafından büyük ölçüde tepki ile karşılanmakta, kadının etkinleşmesi kadar bağımsızlaşması da çoğu kez kabullenilememektedir. Bu bağımsızlaşmanın doğal bir sonucu olarak özellikle son yıllarda ortaya çıkan kadınlardan gelen boşanma talepleri de büyük tepkilerle karşılanmakta ve hatta cinayet veya benzeri zorbalıklarla sonuçlanmaktadır. Geçmişte kendisine uygulanan şiddeti ve zulmü sessizce karşılayan kadınlar, günümüzde buna tepki gösterdikleri ve hatta yargıya başvurdukları için, bu kez daha da fazla şiddete maruz kalabilmektedirler. O nedenle devletin bu konularda ciddi önlemler alması gerekmektedir.

Ataerkil süreçten anaerkil sürece geçiş toplumların gelişim sürecini mi göstermektedir yoksa bu aslında insanların yalnızlaştığı mı gösteriyor?

Bu bir gelişme değil, bir değişme sadece. Toplumun kendi içerisinde bu evrilişi, belki de tarihsel bir haksızlığın telafisini sağlayacaktır. Yani erkeklerin toplumda salt erkeklikleri nedeniyle üstlenmiş oldukları egemenliğin sahici veya kutsal bir temele sahip olmayıp, salt psikolojik veya zorbalığa dayanan bir egemenlik olduğu açığa çıkacak ve belki de hakkaniyetin, adalete dayanan bir birlikte yaşamanın kapısı aralanacaktır. Önemli olanın ataerkillik ya da anaerkillik olmaktan öte hayatın adaletli bir paylaşımı olduğu, belki de bu vesileyle anlaşılacaktır. Evet, erkeklerin konumu biraz  zayıflayacak, biraz da yalnızlaşacaklardır. Çünkü onlar sosyalleşme hususunda kadınlar kadar  becerikli değiller. Kadınlar, egemenlik erkeklere aitken bile, toplumsallık içerisinde kendilerine ait alanlar oluşturmasını becerebilmişlerdi. Ama erkekler bu gibi durumlarda çabucak kırılmakta ve yalnızlaşmaktadırlar. Bu anlamda çok da üretken de değiller. Yani kendilerine yeni yaşama biçimleri üretme konusunda çok becerikli olmalarını bekleyemeyiz. Dolayısıyla ciddi bir travma yaşayacakları ortada.   Dolayısıyla burada kadınların daha sorumlu davranmaları ve hayatlarını erkeklerle paylaşmak için daha özverili davranmaları gerekebilir. Aksi hâlde süreç bir başka egemenlik biçimine, yani anaerkilliğe doğru evrilebilecek ve bir kadın tahakkümüne, yani bir başka yanlışlığa da yol açabilecektir.

 

Ümit Aktaş Kimdir?

Pek çok deneme, şiir ve eleştrilere imzasını atan Ümit Aktaş aynı zamanda toplumsal olaylar üzerine farklı yaklaşımları ile de dikkat çekiyor. 1955  Erzincan doğumlu Aktaş 20. Yüzyılın sonlarına doğru büyük bir değişimin başladığını ve erkeklerin iktidarlarını kaybettiklerini söylüyor.

 

Paylaşım Dergisi Sayı 19 - İlkbahar 2011