Füniküler Altgeçidi'ndeki kitapçı kıza 'Islak Kibritler'i veririm

Füniküler Altgeçidi

30 AĞUSTOS 2012
Cevat Akkanat

Hava yağmurluysa kendini bir ağacın altına atsan da ıslanırsın. Hayır, yağmura yakalanmışsan, ağacın altına girene kadar zaten ıslanmışsındır.

Yağmur ve ağaç dediysem, coğrafyayı geniş düşüneceksin. Açık mekân. Kır hayatı. Ova yahut dağ. Ormanların gümbürtüsü yahut ırmak boylarının çağıltısı.

Şehirlerde, hele ki azman kentlerde, sözgelimi ipini koparmış İstanbul'da sağanak yağmura tutulmuşsan, işin bitmiştir. Mesela şimdi seni Kabataş'ta, iskelenin orada yağmura yakalanmış saysam ne olur? Çok kolay, hemen altgeçide girersin. Altgeçit korur seni. Ama seni Allah korusun, öyle ya, ne çıkar sırılsıklam olmaktan?!,

Senin aklına değil, sırılsıklam olmaktan kaçanın, merhametten korunanın aklına şaşayım; yansın aşksızlığına, ateşsizliğine...

İnsan şehirde sırılsıklam olmaktan çekinebilir; ama kır hayatı öyle değil. Orada, mevsimine göre renklerin cazibesi çeker seni. Baharın alı al moru mor salkım saçak rengârenk dünyası, yahut sonbaharın gam ve kasavete bürünmüş alev solgunu kuru yaprakları... Ne mıknatıstır onlar, cazibeler cazibesidir her biri ...

Seni bilmem, ben bir kır hayatı ve tabiat ortamı müptelasıyım. Neden olmayayım, o hayatın içine doğmuşluğum vardır. Kimliğim ve kişiliğim böylesi bir evrende oluşmaya başlamış; zamanla uzak düşsem de, bir yanım her daim o yangının içinde kalmıştır. İçim pastoral bir aşkın sırılsıklam meftunudur...

Fotoğraf karesi mi dersin, film şeridi mi, bilemem. Ama bende tek değil, onlarca var bu görüntülerden:

Mesala, kiraz toplamak güzeldir. Yamaçlarda bir tarla. Kendisini göstermeden geliversin mi yağmur? Nereye sığınsam diye sormak ne ayıp! Kirazın gövdesi gücenir.

İşte bir başkası: "Yorgun kuzuların aşkına" koşup duracaksınız gün boyu. Akşama doğru, haydi bakalım eve. Fakat önün dağ, yolun uzun. Yağmur bastırsın, işte sığınak, çökük damlı bir kulübe. Yıldırım ihtimaline karşı, cepteki çakıyı kulübenin bir yerine iliştiriver!

Bir keresinde de trene yetişecektin. Kara tren, sahiden kara tren; kömürlü, buharlı. Bir otuz yıl var mıdır? Çocukluktan çekilip alınmış bir kesit yine. Zaman zaman kaçıverdiğin hatıralar bahçesi. Nasıl da fenaydı ıslanışın; ama bereket trene yetiştin. İyi ki demiryolu işçisiydi baban da, vadideki o küçük istasyondaki iş arkadaşı pompacının evinde üstünü başını değiştirebilecek pusat bulabildin. Seninle yaşıt oğulları vardı pompacının...

Nadanların bilmesinde fayda var, hemen hepsinde, üstünü başını kurulamaktan değil, sırılsıklam kalmaktan yanaydı kalbin. Ki biliyorsun, zahir değil, aslolan kalptir...

Kır ve tabiat dersinin hocası bu edebî anlatıma kaç puan verir bilemem; keyfince davransın, biliyorum, bu yolda sıfır çeksen de, sen sınıf tekrarına kalsan da, razısın...

 

Peki yağmurdan mahrum olanların hâlini ne yapacağız? Mesela, şehirlerde, azman kentlerde, diyelim ki İstanbul'da Kabataş'ta, iskelenin orada değil de, şu garip isimli Fünikeler alt geçidinde yağmura yakalanamayanların, evet dizgi, düzelti ve baskı hatası yoktur, 'yakalanamayanların' hali ne olacak? Örneğin o altgeçitteki kitapçıda ömrünü yağmurdan ve güneşten, fırtınadan ve selden, hemen her bir şeyden habersiz geçirip giden genç kızın dünyası nasıl aydınlanacak?

Varsın seni mübalağa ustası saysınlar, ama o genç kıza bir kitap tavsiye et dostum.  De ki: "Güzelim, senin raflarında göremedim, ama bak, şu kitap var ya, şu kitap... Raflarında olmasın varsın, ama eline mutlaka al. Gözlerin sürmelensin, kalbin kendine gelsin..." Evet, Islak Kibritler'i anlat. Eline bir avuç kum ver, sımsıkı tutsun. Hayır, eline babasının elini ver, uçsuz bucaksız bir tünelde ikisi bir yürüsün. Kibritlerinden birisi ne olur ıslak olmasın, karanlıklarını aydınlatsın. Kitaplara düşkünlüğü iyice artsın. Kendisine fısıltı halinde hikâyeler anlatsın. Kent ormanına değil, hayal ormanlarına dalsın. İç içe zamanlardan geçip, 'Yok'lukta erisin...

Füniküler Altgeçidi'ndeki kitapçı kıza 'Islak Kibritler'den tadımlık sun ey aziz: "Sabah çiyi kalkmış, kavurucu güneş yaprakları yeniden gevretmişti. Sabahki nem, rutubet; genzi yakan küf kokusu kalmamıştı. Sıcaktan bunaldığını hissetti. Yürürken bastığı yaprakların çıtırdamalarına hüzünlendiğini anımsadı. Etrafa baktı. Sonbaharın yıpratıcılığı... Yağmurlar da gecikince... Kuruluk; canı çekilmiş, dalında tutunamayan yapraklar, ara sıra esen hafif rüzgârla hışırtıyla uçuşuyordu. Sararmış otlar, hazanın bütün tonları ile dalgalanıyordu. Doğruldu. Çeşmede yüzünü yıkadı. Meşe ağacına dayalı..." (Siyah At)

"Yağmur havayı serinletmişti. Oturduğu beton merdivende üşüdüğünü hissetti. Arkasına baktı. Şimdi, girip çıkarken açmakta zorlandığı ağır ahşap kapı gıcırtıyla açılacak, sarı saçlarıyla bir baş uzanacak, 'haydi artık, üşüdün; içeriye gir' diyecek. Bekledi, bekledi... Bir ihtimal aklına ilk geldiğinde duyduğu heyecan hemen hemen gelip geçiverdi. Yine de yüreğine bir ılıklık doluvermişti işte. Saçlarının arasında müşfik bir sıcaklık gezinmişti sanki.

Karşı kaldırımda annesinin elini sımsıkı kavramış bir kız çocuğu geçiyordu." (İç İçe Zamanlar)

Bu kadar yetişir, Islak Kibritler'in şairini, hikâyeci Akif Hasan Kaya'yı tebrik edelim artık... Meraklısı için de ekleyelim: Islak Kibritler'i Okur Kitaplığı yayımladı...

http://www.milligazete.com.tr/makale/funikuler-altgecidi-ndeki-kitapci-kiza-islak-kibritler-i-veririm-248496.htm