Hikâyeye inanır mısınız?

Hikâyeye inanır mısınız?

[email protected]

 

Her günkü saatte evinizden çıkıp, aynı saatte aynı otobüse binerek mesaiye yetişmek üzere yola düştüğünüz sıradan bir günde bir hikâyeperdâz yolunuzu kesse ve dese ki “Bir hikâye anlatmak istiyorum, dinler misin?”.  Kaçımız işe geç kalma pahasına durup bir hikâye anlatıcısını dinler? Diyelim ki dinledik. Kaçımız anlatılan hikâyeye inanır? Diyelim ki inandık. Kaçımız ertesi gün bu hikâyeyi hatırlar.

Hikâyeperdâzların hayatlarımızda artık yeri yok. Onların yerine sabah programlarının ve reality şovların dayattığı kaba saba adamlarla dolu birbirinin tıpkısı zorbalık, kayıp, aldatma hikâyeleriyle güne başlar olduk. Böylesi bir bayağılaşmanın batağına doğru sürüklenen hayatlarımız kimbilir belki de hikâyecinin himmetine muhtaç. Güne bir hikâye okuyarak başlamak, gündelik telaşların, ekmek kavgasının yahut politik gündemin çemberinde dönüp duran “insan”ı başdönmesinden kurtaracak tutamaklardan birisi.

Nermin Tenekeci işte böylesi bir “dış dünyaya” olayların derinlerine inerek, patikalarına saparak, duvarlarını zorlayarak yeni pencereler açan bir hikâyeci. Bilen bilir. Hikâyelerini uzun zamandır Dergâh’ta yayınlamaktaydı. İşte bu hikâyeler şimdi iki kapak arasında. Okur Kitaplığı tarafından yayına hazırlanan Yoksa bir çırpıda yutup tüketilen ürünlerle dolu yayın “piyasa”mıza düştü düşecek.

Yoksa Tenekeci’nin ilk kitabı olmasına rağmen hikâyeler bir ilk eserden beklenebilecek acemi metinleri değil. Hikâyelerin tümü üzerinde yoğun mesai sarfedrilen, bozulup bozulup yeniden yazılan, tabiri caizse uzun zamandır “demlenen” ürünler. Her birisi birer ağır işçilikten geçtiğini ilk bakışta farkettirecek ustalıkta. Ustalık derken hikâyelerin konularından ve olayların gelişiminden bahsetmiyorum. Kastım cümlelerin güzelliği yahut itinalılığı da değil. Bunlar ilk okuyuşta göze çarpacak, okuyucuyu baştan çıkaracak unsurlar. Bahsettiğim ustalıksa bunların üzerinde ve önünde. Modern edebiyatın yapı taşları ne konudur ne cümleler. Bu hikâyeleri yeni yapan şey özgün yapısı.

Nermin’in hikâyelerine bir kılıf biçmek istersek “gerçekçi” diyebiliriz. Yani gündelik hayatta olması muhtemel hikâyeler anlatır. Yahut gündelik hayata uyarlanabilir hikâyeler. Yani gerçeküstü yahut fantastik unsurlar barındırmazlar. Fakat bu gerçekler onun kaleminin ürünüdür sadece. Size kendi hayat hikâyenizi bile anlatsa “Bu benim hikâyem mi?” diye sormaktan alıkoyasazsınız kendinizi. Bu yüzden aman dikkat, okuduğunuz “kendi hikâyeniz” olmasın sakın!

 

Hangisi gerçek: Hayat mı, hikâye mi?

Edebiyattana anlayan anlamayan, kitabı eline alıp şöyle bir göz gezdiren herkesin ilk farkedeceği yazarın cümlelerinin lezzeti olacaktır. Dikkatli bir okursa şunu farkedecek: yazar genellikle ilk cümlesiyle atıyor oltasını henüz tanımadığı üçüncü kişilere yani okura. Bilinmeyene duyulan merakı kurcalıyor ilkin. Evet, şiir evreninden beslenen bu hikâyelerin her bir cümlesi üzerinde titizlikle çalışılmış. Fakat Tenekeci’nin hikâyelerinden bahsedilecekse, kanaatimce ilk söyleneceklerden birisi yazarın hikâyelerin yapısal özellikleri ve türü olmalıdır. Türü derken şunu kastediyorum: bu hikâyeler gündelik hayatta yaşanması muhtemel olaylar anlatır, fantastik unsurlar barındırmaz, olağanüstü olaylar ve süper kahramanlar yoktur. Yani bu hikâyeler düpedüz gerçekçidir. Peki “hikâyenin gerçeği” derken ne demek isteriz?

Edebiyatta meram ile ifade arasında upuzun bir yol vardır. Günlük bir gazetenin üçüncü sayfasında “... cezaevi koğuşunda çıkan bir arbedede ... isimli şahıs şişlenerek öldürüldü” şeklinde tek bir cümleyle ifade edilen bir haber rahatlıkla yirmi sayfalık bir hikâyenin konusu olabilir. Gündelik gerçeklik hikâyeye malzeme olduğunda habercinin değil sanatın nesnesi olmuştur artık. Hayat sanat tarafından kuşatılmış, dahası teslim alınmıştır. Tek bir fotoğraf karesinin dondurabileceği bir görüntü olmaktan çıkmış, katmanlara ayrılmış ve her bir okurun zihninde ayrı ayrı üretilecek bir gerçeklik kazanmıştır.

“Müşerrefi Vurdular” isimli hikâyede Her şey bir anda oldubitti der. Bir şimşek çakımı, bir akbil basımı esnasında… Bir serçenin bir daldan havalanması, bir karabatağın bir balığı kapması süresinde. Bir derecenin altmışta birinde... Müşerref’i vurdular.  Topuzlar Otoparkı’nı yüz metre ilerisindeki dürümcüyle ayıran eğri büğrü yan duvarın önünde; yeşil, bulanık, yağlı bir suyun hemen dibinde. Yağ yeşili kırmızıya bulandı daha sonra; duvar dibinden caddenin yapışkan asfaltına usul usul aktı.

Bu hikâye tek bir anın hikâyesidir fakat herşey biranda oldu bitti dense de hikâyenin ortaya çıkışı hiç de öyle kolay olmaz aslında. Bu hikâye baştan sona tek bir ânı anlatmak için kurgulanmıştır. Müşerref’in bir kaza kurşununa kurban gittiği ânı. Bu ân beyaz ışığın yedi ayrı renge bölündüğü ândır. Yazarın idrâkine konu olan bir olayın daha derinlere inerek duygulanıma dönüştüğü ve hikâyenin ana rahmine düştüğü ân. Yazar alımlayana kadar gazetelerde her gün okuduğumuz onlarca haberden birisidir gerçekte. Yazar muhayyilesi burada devreye girer ve gündelik gerçekliği unuturuz. Hikâyenin bize sunduğu Müşerref başka bir Müşerref, olay başka bir olaydır artık. Ayaklarımızın altındaki toprak da başka topraktır. Hikâyede aradığımızsa “gerçek yalnızca gerçek” değil, akış içerisindeki bütünlük ve aktlar arasındaki bağlantıların geçerliliğidir.

Metnin belkemiği olmasına rağmen, mevzubahis ülkemiz edebiyatıysa, yapısal özelliklere pek eğilinmez. Halbuki modern edebiyatta metnin çatısı, taşıyıcı kolonu bizzat yapıdır. İşte Nermin Tenekeci’nin hikâyelerini benzerlerinden ayıran ustalık burada yatar. Olayın kurgulanmasında ve parçaları birleştirirkenki ustalıkta.

Gökkubbe altında anlatılmayan bir hikâye kalmış mıdır? Kanaat odur ki kalmamıştır. Bu yüzden “yeni” konunun kendisinde değil anlatımındadır artık. Yani yazarın ne anlattığında değil nasıl anlattığında. Nermin Tenekeci’nin hikâyeleri farkedilmeyeni farketmesi, ihmal edileni baş tacı etmesiyle türdeşleri arasında fark yaratacak özellikte örnekler.

 

Ayraç Dergisi / 15 Ocak 2011

 

Süreya Semerci