"İmtihandan geçirilmemiş bir masumiyet, masumiyet değildir"

"İmtihandan geçirilmemiş bir masumiyet, masumiyet değildir"

21 MAYIS 2010

Söyleşi: Suavi Kemal Yazgıç

Yazar ve şair Ümit Aktaş ile Okur Kitaplığı'ndan yeni yayınlanan romanı Rüya ve şiir kitabı Şehri Terketmeden Önce çerçevesinde konuştuk. Aktaş,"Adem'i yazarken de aklımda tuttuğum bir hayat ilkesi var elimde: sınamadan, başka bir deyişle imtihandan geçirilmemiş bir masumiyet, masumiyet değildir, diye. Adem kıssasında da anlatılan bir bakıma budur" açıklamasını yapıyor.

Sizinle yapılan röportajlardan öğrendiğimize göre ilk romanınızdan önce bu romanı  yazmaya başlamışsınız. Ne oldu da bir takdim tehir yaşandı?

Bu romanın ilk taslağını, 80'li yıllarda yazmıştım. Ama o zaman o bir romandan ziyade, Leyla ve Mecnun'la Romeo ve Juliet'ten hareket eden ve her ikisini de harmanlayan bir tür çağdaş  teatral aşk öyküsüydü. Rüya'da bu kitaptan o temel niyetten, yani Leyla ve Mecnun'la Romeo ve Juliet'in teatrallaştırılmasını, karşı-t-laştırılmasını ve hatta sahnelenmesini konu edinen niyetten başka bir şey kalmadı. Sonuçta uzun yıllar bu niyeti kafamda taşıdım ve bir romana dönüştürdüm.

* Kitabınız bir yandan 'olgunlaşma'yı bir yandan da 'düşüş'ü anlatıyor. Olgunlaşma ve düşüş arasında bir illiyet bağından yahut ortak paydadan bahsetmek mümkün mü?

Adem'i yazarken de aklımda tuttuğum bir hayat ilkesi var elimde: sınamadan, başka bir deyişle imtihandan geçirilmemiş bir masumiyet, masumiyet değildir, diye. Adem kıssasında da anlatılan bir bakıma budur. Yani Adem düşmektedir ama bu olgunlaşmanın lazımesi olan bir düşmedir ve asla kınanmış değildir bu yüzden Adem (ve de Havva). O nedenle bu hiç de bir ilk günah değildir; dahası ilk deneyimdir. Çünkü insanın olgunlaşması için sınırlarını aşması gereklidir. Bu sınırlar çocukluk olabileceği gibi bir tutku, bir put veya bir fikir de olabilir. Zaten Hegel ve ondan yola çıkan Marx da tarihin başlatıcı ilkesini "olumsuzlama"ya dayandırırlar; ki, bu da Adem'in öyküsünden mülhem bir bulgudur.

*'Rüya'nın bir boyutu da 'taşra' sıkıntısı. Romanın kahramanı bir lise öğrencisi olarak çarptığı duvara, daha sonra da öğretmen olarak çarpıyor. Bu anlamda romanınızı taşranın değişmeyenleri olarak okumak mümkün mü?

Taşralılık da sınırlarımızdan biri. Ve şu anda bariz bir biçimde duyulmasa da bu, aslında Türkiye'nin de sıkıntılarından biri. Sözgelimi Müslümanlar dini büyük ölçüde taşralı bir paradigma çerçevesi içerisinde algılamakta-ydı-lar. Şu sıra biraz olsun aşılmakta bu. Ama İslam burjuvazisi tartışmalarında da ortaya çıktığı gibi biz şehirlileşmeyi bile bu kalıplar içerisinde anlamaktayız. Yani bir zenginleşme kodları içerisinde. Oysa şehirlilik, yani medenilik, her şeyden önce kültürel bir koda dayanır. İşin bu tarafı olmayınca ortaya bir zihinsel sefalet ve çirkin görüntüler çıkmakta. Sözgelimi İstanbul'da 15 yıllık belediye yönetiminden sonra, yollar, köprüler, gökdelenler ve jiplerden başka aklımızda ne kaldı?

* Romanın kahramanı iki kez aşık oluyor ama ilki daha hasbi ve temiz. Niçin?

Çünkü daha bir çocuk. Hayatı, hayatın gerçeklerini, iktidar kavgalarını tanımıyor daha. O, tıpkı bir gülün açılışı gibi açılıyor aşka; ya da aşk ona açılıyor tıpkı bir gül gibi. Zaten aşık olduğu kızın adı da Gül. Bunlar simge isimler. Diğer kahramanlar da öyle. Ozan, Leyla, Rüya, Müdür gibi. Kahramanımız ise isimsiz.  Deneyimlerden geçmemiş ve belki de bu ilk deneyimi, ilk düşüşü. Çocukluğunun, çocuksu masumiyetinin hasarlandığı bu ilk deneyim, onu bu çocuksuluğun cennetinden de çıkaracaktır. Düşecektir yani ve kalkmaya, ayakta durmaya çalışacaktır. Her düşme ve kalkmaların bedeli bir yandan hasarlanmak, öte yandan ise olgunlaşmaktır elbet.

* Romanın bir diğer teması ise iktidar ilişkileri. Romanda 'çocuksu masumiyetin korunması' vurgusu yapılıyor ama bu korunma yine romandan anladığımız kadarıyla 'yenilgi' gibi ağır bir bedeli göze almayı gerektiriyor. Niçin?

İktidar çatışmalarının doğası böyledir. Yani biz farkında olmasak da hayat içerisinde hep bu çatışmaların içerisine doğru çekiliriz. Hükümet kavgalarından söz etmiyorum. Sözünü ettiğim mikro düzeydeki kavgalar. Sen niye öne geçtin, ona niye daha fazla verildi, onun adı niye daha büyük ya da üste yazıldı, o niye başka türlü düşünmekte ya da yaşamakta, o niye daha iyi koltukta oturmakta, sen niye benim sevdiğimi seviyorsun gibi. Habil'le Kabil öyküsü de aslında bir iktidar kavgasına dayanır. Ve bu kavgada Habil yenilgiye uğrar. Çünkü bu tip bir çatışma konusunda bir deneyimi ve niyeti bulunmamaktadır. Oysa hayatın bize öğrettiği bu. O nedenle, iktidar kavgalarını bir yaşama tarzı olarak kabul etmesek bile, ona karşı hep hazırlıklı olmak mecburiyetindeyiz. Aşk öykülerinin doğasında da iktidar kavgası bulunmakta. İster doğrudan bir erkek merkezcilik anlamında olsun, isterse dolaylı bir eril egemenlik çatışmaları anlamında olsun.

*Bu dönem bir de şiir kitabınız yayınlandı. 'Şehri Terketmeden Önce' şiirinizde nasıl bir durağa işaret ediyor?

"Cennetten Düşüş" yayınlandıktan sonra on yıldan fazla bir zaman geçti. Bu sırada da yeni şiirler ortaya çıktı. Bunun yanında ilk kitapta yer almayan eski şiirler, ilk şiirlerim de var. Şiir benim için temel duyarlık. Kendimi bir şair olarak tanımlayamam. Ama bana en fazla haz ve sevinç veren şey de iyi bir şiir okumak ya da yazmak. Bu kendisini insana dayatan bir şey. Adeta hakikate ulaşmanın elimizdeki yegane imkanı. Bu açıdan Kur'an'ın bir "şiir" olarak nitelenmesi ya da Heidegger'in o "ağır" felsefesinin sonunda şiir yorumlarına dönüşmesi, oldukça anlaşılır şeyler.

* Önümüzdeki dönem için neler hazırlıyorsunuz?

Deneme çalışmalarım sürmekte. Daha önce "Akıl, Aşk ve İslam" olarak yayınlanmış olan kitabı, üzerinde yeniden çalışarak, yine "Okur Kitaplığı"nda "Aklın Hakikati, Aşkın Şiiri" olarak yeniden yayınlayacağız. Bu arada yeni bir roman var ve yeni bir şiir kitabı. Bunlar da sanırım önümüzdeki yıl içerisinde yayınlanacak.

http://www.milligazete.com.tr/haber/imtihandan-gecirilmemis-bir-masumiyet-masumiyet-degildir-163866.htm