Kalbin Çatlaklarını Doldurmak

Kalbin Çatlaklarını Doldurmak

Metin Önal Mengüşoğlu  

 

 

 Kasım 2011

 

    Allah beni bağışlasın hala arada bir roman okumaktayım. Çoğu kere bunu çocuklarımdan, torunlarımdan sakınarak yapmam gerekirmiş gibi bir hisle alırım elime kitabı. Niyeyse karşıma sürpriz şekilde çıkması çok muhtemel, görmemde ve okumamda sakınca bulunan ifadeler yüzünden peşin bir özür dileyici tavır kaplar bütün ruhumu. Ne var ki okumaya dair acıkmışlığım galip gelir sonunda ve okurum. Yayınevim Güray Süngü’nün Kış Bahçesi romanını yayınlamış; bana da postaladılar. Yazarın sadece ismini hayal meyal hatırlıyordum. Galiba 2010 yılında gazetelerde Oğuz Atay roman ödülünü kazandığı yönündeki haberler kalmıştı hatırımda. Bildiğimin hepsi bu kadardı. O sıra masamda başka kitap kalmamıştı ki bu roman geldi ve başladım okumaya. İyi ki başlamışım, iyi ki yayınevim yazarla tanışmama vesile olmuş. Keyif aldım, Allah da beni keyiflendiren herkesi yazarla birlikte keyiflendirsin. Yalnız burada bir hususu hatırlatmak isterim; benim aldığım keyifler, sarhoş edici nitelik taşımaz aksine aşırı uyarıcı özelliklere sahip bilgi ve haberlerdir onlar. Müdrikemi kışkırtan, varlığıma eklemeler yapan, yalnızca gönlümü uçurmayan, tefekkür malzemelerime iştah artırıcı katkılar yapan söz ve yazı dağarcıklarından haz alıyorum ben.

    Toprağı bol olsun mu demek lazım; Oğuz Atay, eserlerinin ilk yayınlanmaya başladığı tarihlerden itibaren benim favori yazarlarımdandı. Yazdıklarının ve de yazacaklarının tadını damağımızda bırakarak erken ayrıldı dünyamızdan. Oysa ondan daha nice zaman bizi şaşırtmasını bekleyip duracaktık. Olmadı. Olmadı ama gördüğüm kadarıyla edebiyatımızda ciddi ve yepyeni bir kanal açtı. O vadiden tarzlar, tavırlar devşirerek bize yeni tat, koku ve renkler taşıyan, taşıyacak olan yeni sesler ve imzalar katılıyor aramıza. Nasıl, Kafka sonrasında onu izleyen kimi yazarların tavrına Kafkaesk deniliyorsa Türkçe edebiyatın kimi yazar ve tavırları hakkında biz de rahatlıkla Atayesk diyebiliriz gibi geliyor bana. Kış Bahçesini okuyup bitirince böyle bir değerlendirmenin yanlış olmayacağını düşündüm.

    Güray Süngü henüz otuzlu yaşlarında olmasına rağmen altmışlı yaşlarındakileri böyle sarstığına göre arkasını getireceğe benziyor; umutla bekleyeceğim. Kadırgalı bir genç oluşunun kendisine sağladığı bir takım imkânlar illa ki vardır. Herhalde oturduğumuz yerden bir İstanbulluyu kıskanmamalıyız. Yazarımız iyi ki Kadırgalı ve iyi ki elimize böyle nefis bir metin sıkıştırmayı başarmış; kıskanmak ne kelime, oturup kalkıp kendisine teşekkür etmeliyiz. Beni hayli düşündüren, etkileyen bu güzel romanı bazı ifadelerinden kalkarak okuyucularımla paylaşmak, tartışmak, konuşmak da ayrı bir zevk verecektir.

    İnsanlar bir romandan ne beklerler? Bir roman insanlara ne verir? Ne vermelidir? Bir roman neden yazılır? Niçin roman okuruz? Nedir bu yapıp ettiklerimiz, okumalarla, yazmalarla? “Sanat, insanların acılarını yarıştırdıkları bir mecra değil.” Başkahramanımız yazı heveslisi genç kıza böyle nasihat etmektedir. Tamam, yapılan iş belki bir yarış mecrası değil lakin paylaşma ihtiyacına da mı karşılık gelmiyor? Kaldı ki başkahraman ipucu vererek filan değil açıkça neredeyse adını anarak yazarın kendisini işaret etmektedir. Gerçi roman içerisine sindirilen sanki başka bir romandaki Harun adlı ikinci başkahramanı da hatırlamamak münasip düşmez. Yine de birincisi her seferinde birinci kalmayı beceren birisidir. Bu bir roman tahlili yazısı olmayacak. Olay örgüsü aktarılarak merakları büyük ölçüde giderecek hatta olay örgüsü hususunda merakları kışkırtacak şeyler söyleme taraftarı da değilim. Olay yerine düşünce yumağı veya izleği üzerinde durmanın, onun roman özelliğine zarar vermeyeceği aksine katkıda bulunacağı kanaati hâkim zihnimde. Zira yalnızca olaylara boğulmuş, dilin akıcılığı sebebiyle kendini okutan bir metinle karşı karşıya bulunmuyoruz. Bize hem de bolca fikir veriyor, insanlık durumları üzerinde düşünüyor ve bizi de derinden derine düşündürüyor yazar. Onu nasıl takdir etmeyelim?

    “Ölümsüzlük iyi değildir, insan bazen şöyle rahatça ölüp, gitmek ihtiyacı hisseder. Yaşam bazen çıkılıp gidilecek kapının önüne sürükler adamı.” Filozoflar, edebiyatçılar ölümsüzlük iksirinin peşinde ömür tüketip dururken bu da nereden çıktı diyesiniz gelir. Gelir ama düşününce hakikat, bunca çıplak, bunca aşikâr iken, insanın hangi dürtüsü, nasıl edip de ondan böyle uzak düşmesini sağlıyor, diye soruyorsunuz. Unutmak da böyle değil midir? Hele benim gibi yaşlanmaya başlayanların gündelik şikâyetlerinden birisidir unutmak. Tanıdığı kimseleri, yerleri, sözleri, ezberlerini, hatta bazen bizzat kendi adını bile unutmak ne ağır işkence gibi görünür göze. Ne var ki eğer unutan bir mahlûk olmasaydık, hayatın nasıl her gün ağu içirten bir işkenceye dönüşeceğini düşünen ne kadar insan vardır? “Geçmiş zaman gözden geçirilince ne çabuk geçmiş denir. Gelecek zaman tasavvur edilmeye çalışıldığında ise hiç gelmeyecek gibi görünür.” İşte size insanoğlunun aynı minval üzere sürdürdüğü aldanışlardan bir başka sahne. Ne kadar görece, ne ölçüde oyalayıcı ve ne kadar geçici olduğu ortada bulunan bir dünya hayatına nasıl böyle sıkı sarılıyor insanlar? Hayret mi etmeli, uyarmalı mı onları tıpkı yazar gibi: “Zanlar, zannedeni bağlar.” Oysa tarih denilen masalcıya kulak verildiğinde, karşınıza adeta bir yalan üretme makinesi çıkacaktır. Bakılacaktır ki, bir de ne görülsün, büyük insanlık kütlesi, öncekilerin zanlarıyla döşenmiş, yürüne yürüne yıpranmışlığından ötürü de kutsallık zırhına bürünmüş bir menzilde yol almıyorlar mı? Kervanın kalabalığı, tek tek kişilerin kendilerine ait zanları bulunduğu hususunda fikir üretmelerine de mani olmaktadır. İşte bütün hikâyemiz.

    Neredeyse bir fikir kitabı kadar insan zihnini meşgul eden ve tartışmaya açık, çoğu iç diyaloglar halinde akıp gelen heybeler dolusu söz yumakları arasından hangisini ele alırsanız oradan yeni fikirler, sualler üretebilirsiniz. Bu genç adam ne yapıyor böyle; ne istiyor bizden? “Bazı şeyleri güzel yapan kusurlarıdır” derken konuşan kendisi midir; yoksa hafızası mı? Hemen mükemmeliyetçileri çağırıp okutmalıyız romanı onlara. Ne var ki “amaç yalan söylemek olsa, aklın eline kim su dökebilir?” derken onu haklı bulanlar elbette olacaktır, lakin ben öyle düşünenlerden değilim; bilenler bilir. İnsanı yalan bahanesinin arkasına sığınmaya sürükleyen asla aklı değildir. Şeytanlık, kurnazlık, heveskârlık, aşk, azgınlaşan arzular, hazcılık gibi marazlar ne güne duruyor? Kimsenin hatırına gelmez mi akıllığın müspet ile akrabalığı? Okuyucusunu yığınla yeni fikirle tanıdık kılan bir yazarı elbette küçük bir sürçi lisan yüzünden yaban hayatına atıp vahşilere parçalatacak kadar merhametsiz değiliz. O ki bize hemen ardından şöyle rehberliklerle yeni kapılar aralamaktadır: “sinek küçüktür ama mide bulandırır, inanç ve umut yumruk büyüklüğündeki et parçasında yaşar ama dünyayı değiştirir.” Şüphesiz yine dilersek takılabilir ve kalp ile yüreğin aynı şey olmadığını hatırlatabiliriz. Neyi değiştirmiş olacağız? Anlamda bir atlama söz konusu mudur? Eğer anlamı önceleyeceksek, elhak yazar, müthiş bir hakkaniyetle, sayıları giderek çoğalmış büyük nankörler güruhunun gözü önünde, kendini, geleceğini, belki edebi kişiliğini riske atarak konuşmaktan hiç çekinmiyor; beyin yerine kalp üzerine işaret koyarak.

    Bir ömür beni meşgul ve rahatsız etmiş bir insanlık problemi üzerine de ne kadar naif ve isabetli bir söylemi yakalıyorum sözler arasından: “Alıştığınız hiçbir şey sizi korkutmaz.” Ancak keşke korkutuyor olsaydı. Keşke korkutmadan kendilerine yaklaşan alışkanlıkların bizzat kendisinden korksalardı insanlar. İlk mektep çocuklarının defterlerine ‘alıştırma’ adı verilmemiş olsaydı. Alışmayı alkışlayanlar ‘öğrenme’nin değerini bilemezler. Başından beri kendini kendi gibilerin ilkelerine bağlayanlar bakımından pek bir sorun yoktur. Onlar köleleşmeyi, uşaklığı bazen kader bilir boyun eğerler. Bazense ödlekliklerini gizleyen bir örtü yahut elbise gibi giyinirler alışkanlığı. Onlar, bu kınadıklarımız, yazarı dinlemeyi sürdürürlerse bunun çaresini de öğrenirlerdi: “Seni umutsuz kılan neyse, aynı ölçüde umutlu da kılmalı.” Evet, evet böylesi bir denklem var hayatın deneyimler kitabında; dileyen kullanabilir, sır değil.

    Neredeyse lafı ağzımdan alıyormuş gibi geliyor bana; satırlar arasında dolanıp dururken. Diyor ki: “Müdahale etmemek de taraf olmak değil mi?” Ben tarafım diyen insanları öyle çok seviyorum ki. Çünkü bu sözü söyleyenlerdir ancak yeryüzünün samimi sakinleri. Ötekiler hep sahtekârmış gibi görünüyorlar bana. İnsan nasıl tarafsızlığı savunur, havsalam almıyor bir türlü. Niye tarafsız olacakmışız? Bunu nasıl becereceğiz? Böyle bir tutum insan için mümkün müdür? Mümkünse eğer insanı fotoğraf makinesinin objektifi yerine koymuş olmaz mısınız? Yahut şu treni gözetleyen meşhur tarla öküzüne?

    Nazarımda kalbe dokunan sözler, söylemler ve eylemlerle, zihni yoranlar aynı karede buluşuyorlar. Zihnimi ırgalamayıp da gönlümü işgal eden herhangi bir hayati durumla karışlaşmadım bu güne kadar. Karşılaştığını söyleyenleriyse samimi bulmuyorum. Çünkü şurasını iyice öğrenmişimdir ki bir kişide iki kalp yoktur. Ve o kalp dediğim cevherse bütün bilmelerin ve hissetmelerin müşterek harman yeri ve de aynı zamanda kumanda merkezidir. Her neyse benimle aynı mı düşünüyor bilmiyorum ama bu hususta da kalbimi yoran, beni ilgi alanına çeken dokundurmalar yapıyor yazar şu Kış Bahçesi’nde: “Zihni ayaklarına dolaştığı için bilemedi.” Gördünüz mü ‘zihin’ ve ‘bilmek’ kelimelerinin izdivacından doğan mutlu evliliği. E, ne olmuş yani; diye soranları işitir gibiyim. Ne olsun istiyorsunuz? Hepinizden de daha fazlasını sezinlemiş adamın biri sizi ırgalıyor, silkeliyor, arayışçılığın kendisini taşıyıp getirdiği uçurum kıyılarında ürpermeye çağırıyor. Diyor ki: “Bir daha yaşanmayacak olanı, bir daha yaşar gibi yapmaya çalışarak yaşayamazsın yine.” Sadece klasik aldanış örneklerine de değinip geçmiyor yeni şeyler de söylüyor bakın: “Yaşam kalitesi denen modern çağın diniyle ilgilenmiyor.” Bu dinle ilgilenip aldanmayı seçenlere iftiharla sunulur.

    Bir yazar için kendini ne kadar da tatlı hazlara boğucudur kim bilir “canı söylenmemiş cümleler çekiyor” şeklinde harika bir cümleyi ilk defa kurmuş olmak. Aslında iyice düşünülürse hiç de yeni bir şey yok bu sözde. Çünkü yazılı düşünme hayatının temel esprisi zaten bu değil miydi? Yeni şeyler söylemek yahut söylenmiş olanı farklı biçimde söylemeyi denemek. İyi ya işte burada karşımıza çıkan tam da zihne takılan beklentileri karşılamıyor mu? Gelelim sıradan olandan üretilmiş geniş ufuklu, okuyanı zengin hayaller peşinde uçuran söz cümlesine: “eskiler mağara duvarlarına resimler yaparmış, yeniler evlerinin duvarlarına tablo asıyor, neden, ince ruh işte.” Kimin hatırına gelir bilmem ama buradaki ruh beni alıp nerelere götürdü, anlatayım; hem de ince ruh. İnsandaki yaratıcı soluğu öteden beri savunur dururum. Ve kişi, eylemlerinin bizzat yaratıcısıdır demekten sakınmam. Ahlak kelimesinin kökünü halk etmeye dayandırır, kişi eylemlerinin bütününe de ahlak derim. Ve ahlak ile tabiatın arasını açarım. İnsanın yaratılış itibariyle tabiatından değil fıtratından, eyleyiş itibariyle de ahlakından bahsedilebilir, derim. Buradaki yaratıcılık kudretini ise, insan yaratılırken en son safhada kendisine üfürüldüğü zikredilen İlahî Ruh’un bir tecellisidir diye düşünürüm. İşte bu ince ruh, insanı yaratıcı tarafıyla tanımlar. Hakiki Sanatkâr olan Allah’ın Külli irade ve sanatından bir cüz ile şereflendirmesinden ötürü ortaya çıkan insani yaratıcılık budur.

    Roman neden Kış Bahçesi adını almış olabilir? Tamam, içerisinde küçümseyici veya alaycı bir dille böyle bahçelerin türediğinden söz ediliyor. Alüminyum çıtalar arasına gerilmiş şeffaf naylon brandalarla çevrilip üzeri de alel usul örtülünce, al sana Kış Bahçesi. Benim yaşımdakiler için böylesi mekânlar elbette uğrak yeri olamaz. Gerçi kapalı mekânlarda sigara yasağı uygulaması kış bahçelerini tetikledi. Buralar kapalı mekân sayılmıyor her nedense. Bu sebeple kış bahçelerinin yıldızı parladı bir anda. Yazar acaba metnini böylesi mekânlarda mı kaleme aldı, düşündü? Bizim zamanımızda İstanbul’da biraz böylelerini andıran mekânlara gazino deniliyordu. Mesela Yenikapı sahilinde Dar Vakit Gazinosu vardı. Gündüzleri oturup çay içilirdi. Herhalde yaz geceleri de eğlence olsun diye şarkıcı ve türkücülere program yaptırılıp müşteri çekilmekteydi. Ancak kış bahçeleri bir tuhaf geliyor bana. Öyle göz önünde, öyle çıplaksınız ki oralarda otururken. Eski oturma mekânlarında üç tarafınız açık olsa bile en azından bir tarafınızda yaslanacak duvar filan bulunurdu. Oysa şimdikilerin dört etrafı da el âleme açık tutuluyor. Bütün malınız meydanda yani. Acaba yazar bu malı meydandalığı mı bir ironiyle hatırlatıyor modern (!)okuyucusuna?

    “Sevgi, içine insanın kendisini de ektiği bir topraktır. Yeşerince, yalnızca sevgi değil, insanın kendisi de yeşerir. Solunca yalnızca sevgi değil, insanın kendisi de solar.” Farkındasınız sanırım aşk demiyor yazar, sevgi diyor. Uydurma, hayal unsuru bir şeyi gündemimize taşımıyor, her an, her dakika hepimizi ilgilendiren, hepimizi kuşatması mümkün olandan haberdar kılıyor bizi. Ucuz yazar kahramanlığına sığınıp burada aşk demiş olsaydı bence bütün anlattıklarını kendi ayağıyla çiğnemiş olurdu. Neden derseniz roman boyunca olayların düğümü çözüldükçe, okuyunca göreceğiniz gibi, bu sevgi bahsi öylesine hakiki, öylesine tabii bir seyir izliyor ve sıhhat kazanıyor ki ağlayasınız gelir. Yıllarca sevgisinin alameti olsun için her rastlayışta elinde bir oyuncakla çıka gelen, ne ki kahramanın nefretle hatırladığı birisi öz babası çıkıyor. Anne ölmüştür, onu teyze ve enişte büyütmüştür. Lakin öz anne ve babadan daha aşırı bir ilgi ve sevgi(!) ile büyütmüşlerdir. Hakikati öğrendiği vakit, insanoğlunun şu ezeli akrabası olan sevgi hadisesi yeniden hatıra gelir. Teyze ve eniştesine olan kırgınlığını, gecikmiş bilgilenmeyi, acıyı, öfkeyi, kendisini buralara (nerelere; roman bunu anlatıyor) savuran gelişmeyi, adeta okuyucunun bile müstahak olduğu bir tokat gibi indiriyor suratımıza: “Sevgilerinin içindeki merhamet oranı fazlaydı. Bu benim aczimin yaşam boyu kanıtıydı.” Bu yüzden sevgi ve onun en yakın akrabası insan, ekildikleri toprakta, her ikisi birden solup gitmişti demek ki. Yalnız buradaki toprak bir Kış Bahçesi’nin beton zeminiydi sanki.

    Başarılı dili, anlatım harikalarıyla dolu. İyi, sağlıklı bakış açıları kazandıran, insanı yalnızca oyalayan değil dikkate çağırıp düşündüren, uyuşturucu değil dinamik, kapatmayan, açan, güzel bir roman Kış Bahçesi. Bakmayın “ben yazarım işim bilmekle değil, olmakla.” demesine, o bilmekle de yakından ilgili bir yazardır. Yeni eserlerini merakla bekleyeceğim. Çünkü “kırılmasından korktuğu için kalbini hiç kullanmadı; şiir insanın kalbindeki çatlakları doldurur” diyen Güray Süngü de tıpkı benim gibi beyin yerine kalbi seçenlerdenmiş.  

 

 

(X) Kış Bahçesi, Roman, Güray Süngü, Okur Kitaplığı, İstanbul, 2011.

                 

 

"Kalbin Çatlaklarını Doldurmak"(Güray Süngü'nün "Kış Bahçesi" Romanı Üzerine), Metin Önal Mengüşoğlu, Umran Dergisi, Kasım 2011 [S. 207], s. 84-87