Kendimle hesaplaşıyorum!

Kendimle hesaplaşıyorum!

Ümit Aktaş ile hayatı edebiyatı ve aşkı konuştuk…

19 Nisan 2010 - 13:10:30

Ümit Aktaş ile romandan gerçeğe, asıldan fürüa, yataydan dikeye hayatı edebiyatı ve aşkı konuştuk. “Karakterler olağan-üstü şartların mahsulüdür”  bir kere daha anladık. Keyifliydi, zarifti, özendiriciydi…

İlk romanınız ‘Adem’den yıllar sonra ikinci romanınız  ‘Rüya’yı yayınladınız. Romanı  yazmanızdaki amacınız nedir? Anlatmak istediğiniz neydi? 

Bu romanın ilk hali yıllar önce yazılmıştı. “Adem”den de önce. O zaman daha çok Leyla ile Mecnun ve Romeo ve Juliet’ten yola çıkan teatral bir denemeydi. Daha sonra çok şeyler değişti, ama temel maksat sürdürüldü. Bu kez ise bir doğu-batı, kasaba-şehir, 70’ler-80’ler, idealizm-yozlaşma simetrisi ya da asimetrisi olarak farklılaştı. Birkaç da yeni kahraman girdi. 
 

Roman bir rüya ile başlıyor ve karakterlerden birinin adı  da Rüya. Niçin Rüya? 

Bir çok hayat, rüyalar tarafından sürüklenir. Elbet bu rüyalar, salt gece düşlerinde görülmeyebilir. Aslında hayat da bir anlamda bir rüya’dır. Ya da iç içe geçmiş rüyalar. Beri yandan romandaki karakterler, gerçek bir kişilik olmaktan çok sembolik kişilikler. Gül, Rüya, Ozan, Leyla gibi. Elbet gerçeklik ile semboliklik meselesi de tartışmaya açıktır. Semboliklik bir anlamda ideal tiplere ulaşmak için başvurulmuş bir şahsiyetleştirme tarzı. 
 

Buna rağmen birinci ağızdan anlatıcı karakterin bir adı  yok. Böyle bir tercih yapmanızın sebebi ne olabilir?  

Belki de, romanın temel mantığı içerisinde böylesi bir şahsiyet bulunmamaktadır. O daha çok, tıpkı her şeyi gören bir kamera ya da bakış gibi romandaki bu sembolik karakterlerin öyküsünü, resmini sunmaktadır. Ama bir yandan da olayların içerisindedir. O belki de tüm karakterlerin toplandığı o merkezdeki boşluktur. Herkese değen, temas eden ama hiç birinde durmayan; bu dokunuşları sadece bir kitap gibi okuyan bir okuyucudur. Ve geride kalandır; ya da arkada bırakılan. Dolayısıyla hep isimsizdir. Sadece bir imge, bir sembol değil. Belki de tanrısal bir bakış açısı… Öyle ki bir yandan herkesi içleyen, diğer taraftan ise herkes tarafından dışlanan biri; adı silinmiş biri.  

Romanda sıra dışı  bir kurgu ve sıra dışı bir dil anlatımınız var. Şiirsel bir dil ve felsefi bir anlatımla karşı karşıya okur. Bu yönüyle bile özgün bir yerde durduğunu söyleyebiliriz.   

Şiir ve felsefe ile iç içe olunca, böyle oluyor. Ayrıca roman, ya da şuna anlatı diyelim, günümüzdeki bir edebî anlatı, bu iki unsurdan yoksun olamaz, olmamalıdır. Sinema, televizyon ve internetin olduğu bir dünyada bir anlatı, şayet bunlara yazılmış bir senaryo değilse, kendi dilini ve üslubunu değiştirmelidir; yoğunlaştırmalı ve derinleştirmelidir. Kaldı ki benim derdim de salt bir roman yazmak değil; kendimle hesaplaşmak ve bu hesaplaşmaları paylaşmak. Hayatın benim için anlamı ne, hakikatle ilişkim ne, nerede durmaktayım ve niçin yaşamaktayım.   Benim için bir anlatı, işte bunları dert ettiği kadar bir haysiyete sahiptir.

Kurgu ve anlatımınızda diyalektik yaklaşımlar dikkat çekiyor; kadın-erkek, doğu-batı  kasaba-şehir, sağ-sol… vs gibi. Bu tür diyalektik yaklaşımlar anlatımı nasıl etkiliyor sizce? 

Romanda kimi simetriler ve asimetriler, çelişki ve çatışmalar, karşıtlaşmalar ve birleşmeler üzerinden konuşulmakta. Öyle ki karakterler bile bu zıtlık ve yakınlık, aynılık ve farklılık içerisinde sembolleşen isimler. Hayatın üzerini örten görüntüleri sıyırdığımızda geriye ne kalmakta. Detaylar, ayrıntılar, anlamsız gevezelikler ve olaylar, ve hatta insanlar atlandığında geriye ne kalmakta. Tabii bu yapılırken karakterler de belki bir ölçüde gerçeklikten uzaklaşmakta; ama bence bu şekilde daha bir sahicileşmekteler.   
 

Mesela romanın genel izleğinde aşkı konu ediniyorsunuz ancak, meseleyi varoluşsal bir kaygı ile ele alıyorsunuz ve bu kaygı  okuru daha derinlerde bir anlamaya ve düşünmeye zorlayabilir. Bu bir davet mi yoksa? 

Fransız düşünür Alain Badio, insanları hakikatle buluşturan dört temel “olay”dan bahseder: bilim, iman, aşk ve devrim. Bunlar hayatın keskin yüzleri, sahici anlarıdır. Siz bunlarla karşılaştığınızda artık rol yapamazsınız ve şayet bu olaylara dahil olacaksanız, yüzünüzdeki maskeleri indirmek zorundasınızdır. Çünkü olağan zamanlarda gerçek karakterler ortaya çıkmaz. Bir anlamda bu olaylar bizi hakikatle buluşturur. Derin bir sadakat çağrısıdırlar bunlar ve dolayısıyla da hayatı trajikleştirirler. Artık hiçbir şey rutininde, gündelik sıradanlığı içerisinde cereyan etmemektedir çünkü. Hayatımız alt üst olurken, bizler de belki o güne değin tanıyamadığımız o sahici kişiliklerimizle yüzleşiriz. Aslında romanda, temeldeki o  Leyla ile Mecnun ve Romeo ve Juliet simetri/asimetrisi ön plana çıksa da, roman yukarıda sözünü ettiğim dört temel olay etrafında dönmekte. Aşk zaten baskın bir unsur; onun ötesinde devrimci arayışlar, bilimsel bir sorgulama ve bir iman arayışı ve çatışmaları. Bunlar elbet sırf böyle olsun diye yapılmış değil. Zaten Badio’yu da, daha sonra okudum.   
  
  
Murat Kalaycı

HaberKültür.Net

http://www.haberkultur.net/haberoku-1484-_Kendimle_hesaplasiyorum.html