On Dört Öykü Değil, On Dört Ağıt Sanki...

On Dört Öykü Değil, On Dört Ağıt Sanki...

 

08.05.2013


112 kadar sayfaya sığdırılmış on dört öykü gibi öykünün okuyucuyla tanıştırıldığı bir eserdir “Savrulan”ı Selvigül Kandoğmuş Şahin’in..

 

 

Bizi anlatan, yakamızda asılı duranları tasvir eden öykülerimiz vardır bizim. Hayatı bir başka, yaşanmışlıkları bambaşka buluruz onların içinde. İçimizden dışımıza, konu edilmeyen yanımız bırakılmaz öykülerde. Dedik ya, bizi anlatır öykülerimiz… Zaman zaman öylesi öykülerle karşılaşırız ki, kendimiz yazmış, kendimiz oluşturmuşuz sanırız. Bu bağlamda, bize kendini daha çekici kılar okuduklarımız. Hayatın bir parçası kabul ederiz o cümleleri böylece. Cümle cümle yol alırız kitaplardan yaşamlara. Ayırt edemeyiz birbirinden; ha okumuşum, ha yaşamışım; aynı mı, galiba aynı!

112 kadar sayfaya sığdırılmış on dört öykü gibi öykünün okuyucuyla tanıştırıldığı bir eserdir Savrulan. “Savrulan” adıyla karşımıza dikiliyor Selvigül Kandoğmuş Şahin’in son/yeni eseri. Yazarımızın soy isminde geçen “kan”dan mıdır bilinmez, her öyküde hemen hemen bir kan akmış, kan akıtılmış. ‘Kandan ve çamurdan’ olan insan evladının damarları, akacak kanı boşuna bekletmiyor sınırlarında. İnsana dair çokça zuhurata şahit olmaklığın yanında, hayat sıvımızla pek âlâ haşır-neşir olduğumuzu belirtmeliyim eserimizde, öykülerimizin her birinde. Hele benim gibi en hafif kan bahislerinde dahi kan tutmaya kesen biriyseniz, işiniz zor ötesi bir hal alacaktır, bildirmiş olalım.

Bana, sana, ona, bize sevgi gerek, sevgi

Acıların, sancıların, karanlıkların, karalıkların, kara kışların, kapkara bakışların yer yer ve ağırca işlendiği öykülerin her birinde yazar, sizi yerinizden kalkmaz ediyor. Öykü kahramanıyla öyle bir oluyorsunuz/birliktelik kuruyorsunuz ki, düştüğünde siz de düşüveriyorsunuz, yandığında yine öyle, vurulduğunda, ezildiğinde, hor görüldüğünde, terk edildiğinde, uçurumlara yuvarlandığında ve son selamında dünyaya… Anlatılanlar omuzlarınıza öyle ağırlık veriyor ki, külçe gibi yığılıp kalıyorsunuz. Burada, tüm bunların yazarımızın marifetinden ileri geldiğini söylemeye sanırım gerek yok.

12 Eylül’den kareler bulmanın yanında, 28 Şubat’ın da unutulmadığını yeni sayfalarla, yeni öykülerle ve yeni türkülerle müşerref olunca kavrıyoruz. Ve yine hatırda tutulmaya çalışılanlar safında sarı saçlı, yeşil gözlü fedai kızımız Rachel Corrie’nin buldozerleri durdurmaya aday çatık kaşları var. Dünya oyun ve eğlencede tavan yapma tabansızlığındayken, o, mazlumun gözüne fer, dizine derman, gönlüne ferman olmanın kavgasında. Savaşların “durulması” için geldiği topraklarda ölümüyle insanlığın “dirilmesi”ne vesile oluyordu.

Zehir zamanlar içinden geçenlerin, başlarına geleceklerin endişesinden yola çıkarak var olan cümle kitaplarını küle çevirme bahtsızlığını okuyoruz yine eserde. Yarınlara bırakılacak en soylu miras hükmünde olan kitaplar… Hem de bir kaç nesli besleyen o kaynaklar, imkânlar… Var mı bundan daha ağır bir acı ve sancı?

Aşkın taşkınlığından sevgiye sığınanlardan da söz edilmiyor değil kitaptaki öykülerde. ‘Varsa yoksa sevgi’ deniyor haklı olarak okuyucuya. Bana, sana, ona, bize sevgi gerek, sevgi. Aşk kör ederken, sevgiyle kâr edersiniz mesela. Betonla örülü semtlerde platonik aşk yaşar sevgi mahrumları ve aşk mahkûmları. Onları azade kılmanın merhemini sürmüştür sözlerine yazarımız.

On dört öykü, on dört yankı, on dört ağıt, on dört acı

Yüreğinizin dayanamama noktasına kapı araladığı vakitleri, hissiyatınızın en dokunaklı anında yaşarsınız. Bunca kahra seyirci kalmayı kendinize yediremezsiniz. Okurken bazen, başınızı kaldırıp gözünüz alabildiğine tâ uzaklara dalarsınız. Uzaklara dalmak öykünün derinlerine inmenin bir başka tarifi aslında.

Kitap gibi bir biçilmez paha namında olan varlığın, yankısız bırakılmak için yakılmasıyla girizgâh yapılan eserin son perdesi, 1993 Erzincan/Başbağlar Köyü ızdırabının ağıtlarıyla kapanıveriyor. Kapanmasına kapanıyor evet, ama ya perde arkası? Arkasını göstermediği sanılan perdeler, içinde ne hakikatleri irdeler, bilinmez!

On dört öykü, on dört yankı, on dört ağıt, on dört acı, on dört sancı ve ama bin dört yüz umutla gelen Savrulan eseri, Nisan ayının rahmetli günlerinin birinde ve Okur Kitaplığı’nın heybesinde aklımızın en devingen hanesine oturmuş bulunuyor. ‘Akla saklı bir şey olmaz’ dürtüsüyle teyakkuz ekiyor toprağımıza. Uyuyanlar uyandırılır; dert ehli uyumaz zira.

Sabrın sadırlara mekik mekik örüldüğü bu öykü selinden, salim bir nefesle bizi çıkarana hamd olsun. Ve selam, güzel kalemiyle hayatın gerçekliklerini akleden kalbimize pür dikkat sunan yazarımız Selvigül Kandoğmuş Şahin’in üzerine olsun…

 

Fatih Pala

http://www.dunyabizim.com/?aType=haber&ArticleID=13337