Postmodernlerin bozmadıkları ne kaldı ki!

Postmodernlerin bozmadıkları ne kaldı ki!

Söyleşi: Asım Öz

 

Okuma sanatı üzerinde çalışanlar, yazılara/kitaplara seçilen başlıkların önemini vurgularlar. Yazıya/kitaba açılan bir penceredir başlık, daha doğrusu anlatılanların, bir ya da birkaç sözcükle yoğunlaştırılmasıdır. Donanımlı bir okur, bir yazı ya da yaratıyı okumadan önce ona konan adın, kendisine neler düşündürüp neler çağrıştırdığı sorusundan yola çıkarak başlar okumaya. Buradan hareketle Yazının Gizledikleri adı üzerinden başlayalım diyorum. Niçin Yazının Gizledikleri?

Malum Yazının Gizledikleri inceleme kitabı; yazar belki de ele aldığı metinlerde söylenmemiş, söylenememiş kimi şeylerin peşine düşmüştür. Hani satır aralarını okumak diye bir şey vardır ya… Bir de giz kelimesi ‘giz!li bir kelime, hem saklıyor hem de sakladığını sırlıyor; Siz de kelimeyi g/izledikleri şeklinde bölerek benim aklıma gelmeyen bir anlam daha çıkartmışsınız, daha ne olsun!

Siz temelde öykü yazarı olarak biliniyorsunuz yahut yazı yönelişinizin ana izleği bu. Şunu sormak istiyorum: Eleştiriye yönelmeniz nasıl oldu?

Hangi tür kitap olursa olsun benim bütün okumalarım öncelikle kendime dönüktür. Kitabı elime alırken buradan bir öykü ya da eleştiri çıkar mı diye peşin bir hesabım yoktur. Birikim okunup unutulduktan sonra kalanlardır, derler ya; ben ona inanırım. Yani okumalarım hep biriktirmeye yöneliktir. Ancak her okur gibi ben de okurken kimi duygulanımlar yaşıyorum, seviniyorum, coşuyorum ya da öfkelenip nefret ediyorum. Eleştiri yazıları genellikle coşkunca yaşadığım bu duygulanımları paylaşma ihtiyacından doğdu diyebilirim. Bir kısmı Hece Dergisinin özel sayıları için yazılmış olmasına rağmen yaşadığım halleri yazılarıma hep yansıtmak derdinde oldum.

Roland Barthes yazıyı bir 'açık yol' olarak görmüyor. Aksine, 'tüm yazılar konuşma diline yabancı bir kapanım özelliği sunar' diyor. Tabii burada, yazıyla sözün karşıtlaşması özelliği göze çarpıyor. Yazıyla sözün karşıtlığı ise, 'birincisinin her zaman simgesel, kendine dönük, açıktan açığa dilin gizli bir yamacına çevrilmiş görünmesi, ikincininse yalnızca devinimi anlamlı olan bir boş göstergeler süresi olması'na dayanıyor. Siz yazı ve söz ilişkisini nasıl görüyorsunuz?

Bu oldukça problematik bir konu; ne söyleseniz eksik kalır ama şu kadarını söylemiş olayım. Her zaman söz önceliklidir. Bir başka vesileyle de söylemiştim: Hıristiyanların söz uçar yazı kalır deyişlerini bir dönem yanlış anlamışım; sanki burada yazı övülüyormuş gibi. Sonra bir papazın kitabından doğrusunu öğrendim, en azından bu tevile benim gönlüm yattı diyebilirim: orada kasıt şuymuş: söz uçar, yani özgürdür, kalıplara dökülmemiştir, donuk değildir; oysa yazı donuktur, kalıplara dökme işidir. Donuk olan, hapis olan zaman geçtikçe eskir, çürür. Mevlana da kelimeleri boş bir kap olarak görür; onların anlamla doldurulmaya ihtiyacı vardır.

Daha çok saptamalar göze çarpıyor yazılarınızda. Vakti Kuşanmanın Sorumluluğu böyle bir yazı. İncelediği kişileri/evreleri kesinlikli sonuçlara götürüyor. Bu yazıdan dolayı nasıl tepkiler aldınız?

Doğru bir tespit yapmışsınız; en azından ben her yazımda bir sonuca gitmeye, yazıyı mutlaka inançlarım etrafında bir yere bağlamaya çalıştım. Zaten eleştiriden anladığım da böyle bir şeydir. İdeolojiler eleştirmene bir nirengi noktası sağlar; eleştirmen eline aldığı kitabı nirengi noktasına vurur; sonra geriye ne kaldığına bakar. İşte bu tavır bir sözü söylemenin tek yolu gibidir. Ben sonuçta kendi sözümü söylemeyeceksem niye bunca çabaya gireyim ki? Ama yaklaşık elli yıldır yaygınlaşan yeni eleştiri yöntemleri daha çok eseri bin parçaya bölüp çeşitli bilimsel yöntemlerle tahlil etmeye yönelik; sonunda “eee” diye soruyorsunuz; cevap yok. Hastanede kan tahlillerimin elime tutuşturulması gibi bir şey, onlarca sonuç, ama bana hiçbir şey söylemiyor. 

İlginçtir, sözünü ettiğiniz yazıyla ilgili olumsuz bir tepki almadım; aksine teşekkür edenler oldu. Burada tepki alıp almamak ya da tepkinin niteliği önemli değil, önemli olan bir sözü söylerken ne kadar samimi olup olmadığımızdır. Atasoy Müftüoğlu’nu ne kadar sevip sevmediğimi başta kendisi olmak üzere, arkadaşlarım da bilir. Burada mesele Atasoy Müftüoğlu’nun gönlünü kazanmak, ona yaklaşmak ya da onunla arama bir mesafe koymak değil, olmamalı; mesele dürüstçe, yazdığınız kişiyle ilgili samimi kanaatleri paylaşmaktır. Tabii ayrıca yazdıklarımızdan dolayı hesap vereceğimizin her daim bilincinde olmalıyız; yani sözlerimiz ahirette bir bedel olarak önümüze gelmemeli.   

Son yıllarda sizi takip edenler, birçok yazı ve konuşmalarınızda "düşünce ve edebiyat" üzerine özel bir vurgu yaptığınızı biliyorlar. Nedir, düşünce ve edebiyat ilişkisi?

Bence her şeydir; edebiyatın kanı, canı düşüncedir. Şöyle ki; edebiyat dediğimiz türle insanlar genellikle kendi hikayelerini anlatma derdinde olmuşlardır; yani insana insanı anlatmışlardır. Ne kadar kendini gizlerse gizlesin merkezde hep yazar vardır; onun inanışları, retleri, kabulleri vardır. Ona göre kesip biçer hatta dilini bile ona göre kurar. Bu bağlamda eğer birileri, birilerine hikayeler anlatıyorsa aslında ‘kendi inandığı dünyayı’ anlatıyordur. Örneğin birini okursunuz kahraman nerdeyse ayık gezmez; ama bir başkasını okursunuz neredeyse dünyada alkolün olmadığına inanırsınız. Çünkü insan değer yüklü bir varlıktır; değer yüklerini diline, kelimelerine, sözlerine, hal ve gidişine ister istemez taşır. Değer yüklenmemek muhaldir; zaten bundan değil midir, dilin değer yüklü oluşu.

Kişi odaklı dergiciliğin Mavera ile sona erdiği tespitinde bulunuyorsunuz. Mavera sonrası edebiyat dergiciliği hakkındaki düşünceleriniz nedir?

Mavera’yla birlikte üstat geleneğinin bittiğini düşünüyorum. O zamana kadar dergiler genellikle üstat/ağbiler tarafından çıkarılırdı. Üstatlar yanlarındaki gençleri hem düşünsel hem de edebi olarak biçimlendirme gayretinde olurlardı. Merkezi bir figür olarak üstatlar hemen her alanda eserler vererek örnekler ortaya koymaya çalışırlardı. Ancak Mavera’yla birlikte ‘yedi güzel adam’dan söz edilmeye başlandı; yani dergicilik bir ekip işi olmaya başladı. 1990’lardan sonra dergiler genellikle bir ekip işi olmaktan da çıktı. Elbette dergilerin mutfağında küçük bir kadro hep oldu, ama bu çekirdek kadro artık dergiye kendi rengini verememeye başladı. Dergilere katılımlar gittikçe profesyonelleşti, bir yazar belki de derginin bürosuna hiç uğramadan, orayı dünya gözüyle bir kere bile görmeden yıllarca o dergide yazmaya devam edebildi.

Böylesi profesyonel bir tavır hiçbir zaman bir yol arkadaşlığına, yoldaşlığa dönüşemediği için bir ortak paydadan, bir vasattan da söz etmek zorlaştı; şimdi herkes bir ada gibi.  

Kitabınızda Mehmet Akif odaklı ilk yazı dikkatimi çokça çekti. Siz birçok yazınızda Mehmet Akif dolayımında çağdaş durum ve Müslümanlar üzerine önemli ve dikkate değer sözler söylediniz, söylemeye de devam ediyorsunuz. Dikkat çekmek istediğiniz özel bir alan mı var?

Elbette dikkat çekmek istediğim özel alanlar var, zaten bundan dolayı yazıyorum. İslam düşüncesi ya da İslam’ın ülkemizdeki macerası, bizim içinde doğduğumuz ve bundan dolayı da içinde biçimlendiğimiz bir çerçeve. Bu kültürel çerçeveyi iyi anlamak zorundayız; çünkü bizi biz yapıyor. Ancak çerçeve tabir yerindeyse bir harhar gibi, tarihsel bütün yükler var içinde. Bunca yük arasında ben kendime yol ararken Âkif’le karşılaştım ve Âkif benim için önemli bir rehber oldu. Onun ülkemizde temsil etmeye çalıştığı damar maalesef bir türlü makes bulamadı; hep bir avuç insanın ellerinde mahzun olarak kalakaldı. Çoğu zaman çağın rafıziliği gibi takdim edildi; Âkif’in sitayişle sözünü ettiği, refere ettiği kimi insanlar, Müslüman bile kabul edilmedi, yasaklandı, gizlendi, üzeri örtüldü. Hatta sadece bu nedenden dolayı Âkif’i seven bazı insanlar bile kalplerinde hep burukluk yaşadılar.

‘Bize bir şey oldu.’ Bu yüzleşmeden kaçmanın, kaçınmanın bir anlamı yok. İçtihat kapılarının kapanmış olmasıyla filan izah edemeyiz bu başımıza gelenleri; bu kapının kapanmış olması bize olsa olsa sadece bir kaçış sunar, bir teselli… hatta meşruiyet. Bugün gelenek, gelenek diye feryat edenler; tuhaf bir biçimde modernliğin ürettiği geleneği refere ettiklerinin farkında bile değiller. Mesele gelenek, modern meselesi de değil aslında. En basitinden mesela püritenlerin Amerika’da yarattıkları ortalama ahlaklı bir insanı maalesef biz yetiştiremedik, yetiştiremiyoruz. Kavramlar, tarih, gelenek, siyaset, meslek… her şey elimizde çürüdü, çürüyor. Hani buradan kötücül, karamsar bir bakış açısına sahip olduğum düşünülmesin; aksine otuz yıl öncesine göre daha umutluyum. Daha dün denecek zamanlarda rafızi, zındık ve mülhit kabul edilip taşlananlar, artık sözlerini söyleyebilecekleri bir vasata sahip oldular; tabii hâlâ taşlanmaya devam edilerek.  

Nurettin Topçu’nun yaşanan hızlı değişim ve bunun nasıl aşılacağı konusunda maddi pratikler üretmekte zorlandığı tespitini yapıyorsunuz. Bir kaçkın yahut Tanıl Bora’nın deyimiyle romantik antikapitalist olarak Topçu’nun Mustafa Kutlu öykücülüğü ve İsmet Özel üzerindeki etkisinden söz edilebilir mi?

Nurettin Topçu düşünce hayatımızın önemli duraklarından biridir; bir okuldur. Mustafa Kutlu da onun talebelerindendir. Öykücülüğü üzerindeki etkilerden söz etmek bu söyleşinin hacmini aşar. Ama en belirgin özellik olarak köy romantizminden söz etmiş olalım; mutluluğun, bir anlamda cennetin arandığı yer hep köydür; saflığı, temizliği, kirlenmemişliği temsil eder.

Öykü yazarlarının bir kısmı çocuklara da yazdılar. Mustafa Kutlu, Cemil Kavukçu gibi. Çocuk edebiyatı odaklı bir yazınız var. Çocuklar için yazmayı düşündünüz mü hiç?

Hayır, hiç düşünmedim. Çocuklar için yazmanın ciddi bir eğitim işi olduğunu düşünüyorum, bir anlamda profesyonel bir çaba. Öncelikle kaç yaş grubuna sesleneceğiniz, bu yaş grubunun kelime dağarcığı, psikolojisi… filan. Doğrusu böyle bir formasyona sahip değilim, en iyisi bu işi ehli yapsın.

İhsan Oktay Anar’ın Suskunlar romanından hareketle postmodern romanlarda geleneksel simge-simgelenen ilişkisinin bozulduğuna değiniyorsunuz. Bu özelliği biraz açar mısınız?

Postmodernlerin bozmadıkları ne kaldı ki! Öncelikle Hakikat anlayışlarını bir hiyerarşi yarattıkları gerekçesiyle yıktılar. Onlara göre hiyerarşiler elitisttir, dolayısıyla sosyal hayatı kendi ilkeleri doğrultusunda tanzim etmek isterler. Postmodernler her şeyin eşitlendiği ‘düz bir zemin’ yaratmaya çalışıyorlar; her şeyin rahatlıkla yan yana durabildiği bir zemin. Böylesi bir zemin de ancak toplumların tarihsel olarak ürettiği bütün birikimlerin sıfırlanmasıyla mümkündür. Bilindiği gibi onlar bu birikimleri hep birer inşa olarak kabul ettiler; onlara göre verili hiçbir şey yoktur; her şeyi insan inşa etmiştir. Yani nesnel hiçbir şey yoktur; her şey özneldir.

Anar’ın romanlarında da tarihsel olarak ürettiğimiz simgeler, hep bu simge-simgelenen ilişkisinden koparılarak, yeni ilişkiler denenir. Simge, imgenin aksine uzlaşımsal olduğu için simge-simgelenen ilişkisi açık bir ilişkidir, toplumca bilinebilirdir. İmgeyse bireyseldir, spesifiktir ve hatta genellikle biriciktir. Simgeyle simgelenen arasındaki ilişkinin tahribi kültürel kodların deformasyonudur; hafıza yitimine sebep olur, toplum kendini simgeler üzerinden ifade edemez olur. Zaten postmodernistlerde parodi, esaslı bir bileşendir, romanlarında bu simgelerin de parodisini yapmakta bir sakınca görmezler.

Adnan Benk’in eleştiri dünyası odaklı bir yazınız var. Soyu tükenen bir yazar türünü eleştirmenlik. Romancıların, öykücülerin ve şairlerin sayısı gitgide artarken eleştirmenler de ters orantılı olarak azalıyor. Bu bir illüzyon mu, yoksa yazı dünyasının olağan bir evresi mi... Çağımız eleştirmenlik kurumu nitelikli ve sınırlı bir nicelikte kurulmak zorunda mı kalacak bu gidişle?

Bu konuda yarına dair öngörülerim yok. Ama “Eleştirinin İmkansızlığı” diye bir yazı yazmıştım. O yazımdaki gerekçem de postmodernlerin argümanlarıydı. Her şeyin yan yana durabildiği düz bir zeminde edebiyat yapılıyorsa; bu düz zemin eleştiriyi imkansızlaştırıyor. Az önce eleştiri anlayışımdan söz ederken ideolojilerin yazara bir nirengi noktası sağladığını vurgulamıştım. Postmodernler bu nirengi noktalarını elimizden almaya kalkışıyorlar. İşte bu zeminde söz söylemek de muhal hale geliyor; romanı bir türlü ele alamıyorsunuz. Onlar için herhangi bir hakikat olmadığı, her şey inşa olduğu için romanlardaki maddi hatalara söz söyleyemiyorsunuz. Size her zaman şunu söyleyebilirler, biliyorum ama sizin okuduğunuz kurmaca bir metin, niye orada bildiğiniz, tanıdığınız doğruları arıyorsunuz ki. Örneğin Anar, bir romanında yanılmıyorsam Kütüb-i Sitte için tefsir kitabı diyordu; şimdi bir felsefecinin böyle bir hata yapmasını beklemiyorsunuz; o zaman durum nedir? Kurmaca bir şeyle yüz yüzeyiz o nedenle bunun bir önemi yok; her şeyin inşa ve kurmaca olduğu bir dünyada zaten doğrunun, hakikatin peşinden koşulmaz mı diyeceğiz. Yoksa bu maddi bir hatadır, yazar bunu sehven yapmıştır mı diyeceğiz. Hatta akademisyen bir yazar böyle çok basit bir hata yapmış diye kıs kıs gülecek miyiz? Eleştirinin geleceği biraz bu sorulara verilecek cevaplarla ilgili gibi geliyor bana.

Şimdilerde nelerle uğraşıyorsunuz, yazı oylumunuzda neler var?

Öykü, hayatımda hep öncelikli ve ayrıcalıklı olsun istiyorum. Yarın birileri beni anacaksa öykücülüğümü öne alsınlar isterim. Öykü ve edebiyatın ‘ne’liğine dair sorgulamalarım devam ediyor. Düşünsel arayışım da hiç bitmesin istiyorum. İşte bu arayışlarım benim yazı hayatımı, yazı maceramı da belirliyor. Gündemde hep bunlar olacak herhalde.

 

Yedi İklim  Sayı: 248  Kasım 2010