Selman Bayer İle Söyleşi

Selman Bayer İle Söyleşi

 AYKUT ERTUĞRUL | Edebistan Söyleşileri

 

- Şu Oğuz Atay taklidi iddialarıyla başlayalım. Kendi İçine Düşenler Ansiklopedisi, bir Tutunamayanlar klonu mu?

Zamanında bir arkadaş “Hepimiz Gogol’un paltosundan mı çıktık?” diye sormuştu. Ben de “Hayır ben Hemedani’nin taylasanından düştüm” demiştim. Belki latife yapmıştık ama bu sorunun cevabını vermişiz farkında olmadan. Fakat biz muzip bir müphemin ardına sığınarak sanal bir küre-i ziya oluşturmaya çalışmadan meseleyi biraz daha açık edelim.

Atay’ı beğenirim ama sadece onu değil Tanpınar’ı da beğenirim. Nihat Genç’i, Balzac’ı, Dostoyevski, Tolstoy, Joyce, Henry Miller, Mussil ve Eagleton’ı da beğenirim. Ama Kutlu’yu, Mevlana’yı, Hemedani’yi beğenmekle kalmaz severim de. İnsan sevdiğinden ve iyi bildiğinden daha çok etkilenir diye düşünüyorum. Atay’ın bütün eserlerini okudum. Tutunamayanlar da güzeldir ama benim en beğendiğim kitabı Tehlikeli Oyunlar’dır. Bir Bilim Adamının Romanı’nı beğenmem. Tanpınar’da yalnızca Saatleri Ayarlama Entitüsü’nü beğenirim, Huzur beni sıktı, sıkar mesela. Balzac’ın ve Dostoyevski’nin Türkçeye çevrilen bütün eserlerini okudum ve istisnasız bütün eserlerini de beğendim. Diyeceğim o ki kitapta üslup denemesi anlamında yalnızca Atay yok. Yukarıda ismini zikrettiğim ve zikretmediğim birçok yazarın üslubunun denendiği de dikkatli okurun gözünden kaçmayacaktır.

Hülasası, etkilenme hususunda bir iddia da bulunulacaksa bu saydığım yazar ve eserleri de unutmamak gerekir.

 

- Taklitten söz açılmışken K.İ.D.A’de başka yazarlar, başka eserler de taklit ediliyor. Mevlana, Balzac, Joyce gibi. İnsan kendi romanında neden başkalarını taklit eder ki?

Zeitgeist diye bir şey var. Bugün ne anlama geldiğini tam olarak bilmeyen insanlar bile kıyasıya bir demokrasi ve özgürlük havariliğine soyunabiliyorlar. Neticede hiçbirimiz zeitgeist’in etkisinden sıyrılamıyoruz. Mesela en ateşli tartışmaların, kavgaların yaşandığı politik alanda bile hiçbir kesimin demokrasiyi sorguladığını göremiyoruz. Bu edebiyatta da böyle sanırım. Hakim bir dil, zihniyet ve tarz söz konusu ve bu kendini dayatıyor. Bugün sebk-i hindi üslubuyla yazılmış manzum bir eser vermenin mümkün olmadığını herkes kabul eder. Modernist ya da postmodernist bir edebiyatın misak-ı millisi dahilinde kalem oynatabiliriz. Elbette ben de bu sınırların içerisindeyim.

Diğer bir husus ise her edebi metnin, yazarın kontrolü dışında kendine has bir iradesinin olmasıdır. Metin kendini dayatıyor, ben de her akıllı yazar gibi bu dayatmaya itiraz etmedim diyeyim. Üçüncü bir husus ise şudur: Kendi kişisel tarihimden yola çıkarak bir gencin okur-yazarlık tarihini kitaplar üzerinden yazma çabası olarak değerlendirmek gerekir.

- Sûhan Tecimer son elli yıldır görmeye alışık olduğumuz uyumsuz, yabancı tiplerden biri mi sana göre? Şahsen ben, toplum dışı bencil  bir karakter olduğunu düşünmüyorum Sûhan’ın.

Annem, kızdığımda, ya da birilerine küstüğümde domuz gibi olduğumu söylerdi. Oysa ben büyük bir çekingenliğin kurbanıydım o zamanlar; annem bunu hiçbir zaman anlamadı. Gerçi şimdi de bundan muaf değilim ve şimdi de anlaşılmıyor. Galiba çok iyi rol yapıyorum. Bana göre uyumsuzluk bir erdemdir. Bugün herkes toplumsal değerlerimizin yozlaştığından, sistemin iyi işlemediğinden, eski güzelliklerin kaybolup gittiğinden ve ahlakımızın tefessüh ettiğinden şikâyet etmiyor mu? O halde böylesi bir sisteme, topluma uyum sağlamayan insanda ümit edilecek bir şeyler vardır muhakkak. Yoksa bütün o söylenmeleri sistemle, düzenle ve bu toplumsal çöküş süreciyle halvet olmanın yollarını arayanların küçük birer cilvesi olarak mı okumalıyız!

Sûhan’a gelince, bütün bu anlattıklarımdan Sûhan da muaf değil haliyle. Fakat senin ima ettiğin anlamda sana katılıyorum; Sûhan aslında uyumlu bir karakter. Yalnızca ezbere bir hayatı kabul etmiyor ve bir şeylerden şüphe ediyor. Bütün bu soruların cevabını da kendi içine çekilerek, kendi içine düşerek cevaplamaya çalışıyor.

- Bu sana daha önce de soruldu biliyorum Selman Abi, Sûhan Tecimer babasıyla neden bu kadar uğraşıyor? Devlet baba, edebi babalarımız, kendi babası…

Babaya karşı verilen mücadelenin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bu topraklardaki problemlerin de buna müteallik olduğu kanaatindeyim. Biz babalarıyla kavga etmeyi bırakın, onlarla hiçbir zaman ortak dil tutturamayan fakat bir gün baba olunca o hastalıklı dili ayniyle tevarüs eden bir neslin babalarıyla kavga etmeye pek teşne olan ama buna hiçbir zaman cesaret edemeyen, etse de yüzüne gözüne bulaştıran evlatlarıyız. Haliyle burada biraz durup düşünmek gerekmektedir. Babalarımızla aramızdaki ilişkinin sağlıksız olduğu herkesin malumudur. Bunu artık etkisini yitirmiş ve içi boşalmış bir saygı meselesine kurban gitmeden tartışmamız gerekiyor düşüncesindeyim. Çünkü devlet de bütün bu hastalıklı baba düşüncesinin bir topluma teşmil edilmiş halinden başka bir şey değil maalesef.

Benzer şekilde bizdeki abilik kültürü de buradan beslenen ve nemalanan hastalıklı bir kültürdür.

- “İnsan memur olunca insanlığı elinde kalıyor başkanım” diyor Sûhan? Birden fazla kere hem de. Memur olunca insan, ne oluyor?

İnsan memur olunca bir robota dönmeye başlıyor. Ezbere bir hayata teslim oluyor. Onu iyi doğru ve güzel için motive edecek imkânlardan mahrum kalıyor. Gerçi böyle bir imkan bugünün Türkiye’sinde, hatta dünyasında var mıdır, o da ayrı bir tartışma konusu. Memuriyetin insanı alıklaştırma ve tembelleştirme ihtimali mevcuttur. Kendisini mutlak iktidar olarak tanımlayan, meşruiyeti kendinden menkul, kurgulanmış bir irrasyonalite karşısında aklının, vicdanının ve ahlakının bir hükmü kalmadığını fark ediyor.

- Kendi İçine Düşenler Ansiklopedisi’nin sayfaları parlak sözlerle, altı çizilecek paragraflarla dolu. Bu bir handikap olabilir mi bir roman-cı için. Facebook’da Twitter’da, boy boy cümleler paylaşılabilir bu kitaptan. Ama bana her paylaşımla okuyucu anlatılan şeyden biraz daha uzaklaşacakmış gibi geliyor. Ne dersin?

Eyvallah. Ama biraz abartıyorsun sanırım. Marifetinin tabi olduğu iltifata henüz mazhar olmamış bir yazar olarak bu sanal ortamlarda senin dediğin gibi paylaşımları arıyorum ama şu ana kadar pek fazla göremedim açıkçası. Nihayetinde güzel sözler antolojisi yazmadım; bir roman yazdım, muhtemelen okura sıkıcı gelecek bölümler de vardır bu kitapta. Hülasası, okur da bunun farkındaysa sorun yok. Güzel cümleler ve alımlı cümlelerden bu kadar korkmamak lazım neticede.

- Fazla tutucu görünmek istemem ama (belki de isterim) romanın bir bölümünde Sûhan, sayfalarca bir kadının gerdanından bahsediyor. Müslüman hassasiyetleri olan bir romancı için bir çelişki oluşmuyor mu? Müslüman sanatçı sanatını icra ederken, gündelik yaşamındaki hassasiyetlerinden bağımsız bir alandan mı seslenir okura? Sanatçının eseri kendisinden sorulacak bir nevi ameli değil midir?

Vakt-i zamanında bir kitabevinde dolaşırken bir arkadaşım raflarda alımlı alımlı duran kitapları göstererek isimlerine dikkat çekmişti. İslamda Uzay, İslamda İktisat Politikası, İslamda Demokrasi ve Kadın Hakları gibi hep aynı tarzda ve üslupta belirlenen sakil renklerle renklendirilmiş kapaklarıyla okuyucuyu kandırmaya meyyal kitaplar. Sonra hemen bana dönüp bir bunlara bak bir de geçmişimizin kara kitap diye adlandırılan kitaplarına bak demişti. Neydi o kitaplar? Mesela Mükaşefet’ül Kulüp, Hikem-i Ataiyye, İhya-ü Ulumiddin, Marifetname, Mirât’ül Muhakkikin, Es-Sohbet’üs Safiye, Mizân’ül Hak, Esfâr’ul Erbaa…

Biz ne zaman kendi dinimizden, kendi hakikatimizden şüphe etmeye başladıysak o zaman kitaplarımızın da, çocuklarımızın ve dünyalarımızın isimleri de değişti gibime geliyor. Bu Müslüman sanatçı terkibi de böyle bir hastalıkla malul. Müslüman sanatçı ismi belli bir kesimi, belli bir görüşe sahip olan sanatçıları temsil ettiği iması olduğu için hastalıklı ve arızalı bir tanım. Burada muhtemelen Müslümanlığını ciddiye alan bir tipolojiden söz ediliyor. Fakat orada da bir tartışma var. Kimin Müslümanlığı ne kadar ciddiye aldığını nasıl ölçeceğiz ve hangi ciddiye alış şeklini merkeze koyacağız? Bütün bu kafa karışıklıklarına daha fazla soru ekleyebiliriz ama lüzumu yok. Ben Müslümanlığımızın halihazırdaki durumuyla pek kayda değer olduğunu düşünmüyorum. Bugün, maalesef, Müslümanlığımızın merkezde kurulan ve bizim yıllarca iştah duyduğumuz bu yalancı pazarda tezgah açmamıza yarayan bir ideolojiden öte bir anlamı yok. Genel bir Müslümanlık halinden söz etmiyorum elbette, cari olan bu ama maalesef. Mesela, pazarın varlığını bizim Müslümanlığımız sorgulamıyor, kurallarını bizim Müslümanlığımız belirlemiyor. Bilakis biz Müslümanlığımızı unuttuğumuz ölçüde pazarda yerimizi sağlama alıyoruz. O halde Müslümanca sanat gibi iddialı ve –kimseyi incitmek istemem ama- anlamsız söylemlerde bulunmaktan önce Müslümanlığımızın ne manaya geldiğini, kaç gram olduğunu tartışmak gerekir sanıyorum.

 

Diğer yandan sanatın sıradan hayatın içerisindeki sıradan hususlardan biri olduğunu kabul eden biri olarak Müslüman, Hıristiyan, Musevi, Budist sanat diye bir şeyin olabileceğini de düşünmüyorum.

Bu gerdan meselesine gelince aslında orada gerdan değil, kadın göğsünden söz ediliyor. Fakat bu göğüs tanımı örneğin Kur’an’daki tanımından daha erotik ve sakıncalı bir tanım değil kanaatindeyim. Pornografik hiç değil. Belki klasik edebiyatımızda fazlasıyla yer eden tanımlara benzer bir iklimin mensur ve modern dile tercümesidir.

Şunu da hatırlatmak isterim. Ka’b bin Züheyr’in Kaside-i Bürdesi’ni hepimiz biliyoruz. Bu kasidenin Peygamber Efendimizce taltif edildiği ve şairi kendi hırkasıyla ödüllendirdiği de hepimizin malumudur. Peki, o şiir nasıl bir şiir biliyor muyuz?

“Gülerken dişlerinde kar yağar gibi bir kış aydınlığı,

Öyle beyaz ki şarapla yıkıyorlar onları sanki.”

“Çıksın dolgun göğsünden. serbest atılışlı çalım çalım üstüne bir

yaban merkebi örneği.

gözlerle gerdan arası, başın yular takılan yeri.

Sert ve katı olmalı bileği taşı gibi.

Ve upuzun kuyruğu ipek tüylü, sarksın memelerin üstünden.

Öyle dokunmalı ki memelerin ucunu ürkütmemeli.

Kapkara iki mızrak bacakları, rüzgâr gibi uçmalı

Şüpheye düşmelisin ayakları yere değdi mi, değmedi mi?”

gibi dizelere sahip bir şiirdir. Şimdi buna ne diyeceğiz? Bak, klasik edebiyatımıza hiç girmedim bile.

Fakat bu hassasiyeti de anlıyorum elbette. Bence burada şu hususa dikkat etmelidir. Hakikatin üzerini örtecek her anlam, her ifade, her metine itiraz edebiliriz. Fakat şunu da hatırlatmadan edemeyeceğim, hakikati haddinden fazla parlatıp cilalamaya çalışmak ve bunu pazarlamak da aynı ölçüde itiraz edilmesi gereken bir durumdur.

- Belki yukarıdaki soruyla beraber sormalıydım. Denilebilir ki; “ama biz kusursuz kullar değiliz zaten. Hayatımız neyse romanımız da o.” Bu durumda akla şu soru geliyor, romancı onu meşrulaştırmak pahasına günah sayılacak bir eylemi romanına konu olarak seçebilir mi?

Böyle bakarsak külliyatımızın çok büyük bir kısmını devre dışı bırakmamız gerekecek. Mesela, Makalat’ta Şems-i Tebrizi’nin beni fazlasıyla etkileyen bir sözü vardır. Şöyle der Şems: “İslamda lezzet ne arar, lezzet küfürde. Lezzet arayanlar bu kapıya gelmesin…” Peki, bunu dediği için Şems’i de devre dışı mı bırakacağız yoksa bu ifadelerin anlaşılması için okurun belli bir seviyeye gelmesi için mi uğraşacağız?

Ben kimsenin önyargılarını okşayamam. Okumanın değerini ve zahmetini anlamamız ve bunları bilerek okumaya gönüllü olmamız gerekiyor. Okumanın, okurluğun hakkını vermeyi öğrenmemiz gerekiyor. Yoksa okurların muhtemel hatalarından ve tembelliklerinden dolayı sürekli yazarları baskı altına almanın anlamsızlığında kaybolup gideceğiz. Hayatı günah sevap çıkmazında yaşamak ve yaşatmak ciddi bir yorum darlığı ve sığlığını beraberinde getirir.

Şer’i bir hususa itiraz ettiğim zannedilmesin diye bir şerh koyayım: Bu cümleye ilk eleştiriyi hiç günahı olmayan yapsın. Günahtan kaçmamız mümkün değil, çünkü günah da tövbe de bizim için. Bu son ifademi de günahı meşrulaştırıyor ya da günaha teşvik ediyor diye eleştirenlere yolun bundan sonrasını onlarsız devam edeceğimi söylemek isterim. Romanıma gelince, romanımın bir edebi metin olarak kalmasına ve bir hidayet romanını andırmamasına özellikle gayret gösterdim. Fakat bu gayret senin yukarıda sözünü ettiğin gibi bazı “sakıncalı” ifadeleri romana yerleştirmekten ziyade fazlasıyla net olan ifadeleri çıkarmaktan ibarettir.

- “Oyun tüm oyunlar gibi zamanı gelince bitti” diyor Sûhan Bey. Ama Kendi İçine Düşenler Ansiklopedisi bitmiyor gibi? Bitiyor mu yoksa?

Her şeyin bir sonu var. Tehlikeli, tehlikesiz bütün oyunlar bir gün bitiyor, bitecek. Roman da bitti. Belki de bitmemiştir. Belki biz de romanın içindeyiz de farkında değilizdir. Şaka bir yana romanda bir bitiş yok gibi görünebilir. Bu özel bir tercihti. Yarıda kalan bir romanın sonunda gerçekle yüzleşmeye karar veren bir kahramanın hikâyesi neticede. Ortada bir son var mı, yok mu sorusuna okur karar verecek. Fakat sevgili okurumuz romanın sonundan memnun mudur? Şu ana kadar gelen yorumlarda pek bir şikayet olduğunu görmedim. Yazar olarak ben de memnun olduğuma göre siz bu soruları niye soruyorsunuz ki, siz kimin adına çalışıyorsunuz, kamerayı kapatır mısınız lütfen!

- Bir eser konsun yeter ki önümüze, ilk işimiz onu etiketlemek, tasnif edip yanına yakıştırdığımız diğerlerinin yanına istifleyivermek. Modern, postmodern, fantastik, polisiye, toplumcu, gerçekçi, sürrealist, büyülü gerçekçi vesaire. İyi bir şey değil ama sormadan da edemeyeceğim; sen romanını hangi sınıfa dahil ederdin?

- Bu sınıflandırmalardan kurtulamayız. Genellemeler insanın dünyayı anlaması için kendisine verilmiş nimetlerden biridir. Nimetle şaka olmaz. O yüzden suiistimal etmenin de şikayet etmenin de lüzumu yok. Elbette fazla da abartmamak ve hakşinaslığı gözetmek lazımdır. Postmodernist ve modernist roman genelde karıştırılır. Bir derdi olduğu için romanıma modernist roman diyebiliriz sanırım.

- Teşekkürler.

Ben teşekkür ederim.

 

http://www.edebistan.com/index.php/aykutertugrul/selman-bayer-ile-soylesi/2012/03/