Şiirin uzun saçlısı öykü müdür?

Şiirin uzun saçlısı öykü müdür?

31 Aralık 2010

 

Söyleşi: Mehmet Sabri Akay

 

Kamil Yıldız: “Öykü yeryüzündeki serüvenimizle başlamıştır ve şiirle birlikte doğmuştur."

Uzun bir süredir Dergâh dergisinde hikâye üzerine kuramsal yazılar kaleme alan Kamil Yıldız'la Okur Kitaplığı tarafından yayınlanan ilk öykü kitabı "Her Şey Hakkında Bir Öykü" adlı kitabını merkeze alarak bir söyleşi gerçekleştirdik. 

 

Hikâyeci ve hikâye üzerine düşünsel yazılar kaleme alan bir yazar olarak, öykünün senin için ifade ettiği anlam üzerine bir soruyla başlayalım istersen. Öykünün ayrıcalıklı bir yeri var mı senin için?

İki yön, temel ve ikincil tercihler söz konusu. İlk tercih dil’in, şu akıp giden yaşamımızda ihmal etmeden ifadeye ne kadar yatkın olup olmadığı üzerinedir.. Kaldı ki gündelik kullanımında dil sorumluluklar ve belli nesnel, katı ve genel unsurlarla örülüdür; burada üzerinde durulması gereken “sorumluluk” kavramıdır, dil insanı sorumlu kılar; ancak bu kadar katı bir sorumluluk insanın kendi arayışını, kendi sorularının ardınca gitmesini engelleyebilir. Bu nedenle dil’in doğrudan göndermelerinden arındığı, dolayısıyla özgür bir sahneye dönüştüğü kullanımları vardır. Bu, işte hayatın sürüp gitmesi için herkesin ortalamasının alındığı, vasatlaştırılmış olanın üstündedir. Bu ilk tercih; diğer yönüyle şiir, roman da olabilecekken öykü olması, işte bu yeteneğimizin izinden gitmekle ilgili bir konu. Ayrıcalıklı bir anlamı olmamakla birlikte öykü şiirin uzun saçlı kardeşi, romanın tufeylisi değildir; öykü yeryüzündeki serüvenimizle başlamıştır ve şiirle birlikte doğmuştur.  

Şiirsel bir dile malik olduğun aşikâr. Ayrıca öykünün başlı başına "dil icrası" olduğunu söylüyorsun. Bunu biraz açar mısın?

Varlık, sese bürünmek ister; çünkü  sancısı tutan ırmak nasıl ki hemen hiçliğe karışmak için çöl olmak; yaralı olan biri aşka tutunmak isterse işte öylece insan bir sese bürünmek ihtiyacındadır. Yahya Kemal “bana bir ses yaratan kudreti ver” derken; İsmet Özel: “Beni bir ses sahibi kıl kefarete hazırım/öyle mahzun ki hüzün ciltlerinde adına rastlanmasın” diye sözünü ettiğim sesi talep etmektedirler; çünkü biz ne de olsa hep eksik, hep bir yanlış anlaşılmanın içinde tartışmanın konusu, umursamazlığın nesnesi; kim bilir kendi kendimizin söylenip duranı olacağız; olmamak için öykü, bir dilin icrasıdır ve bir ses talebidir. O halde şu sorulabilir, her şeyin eksik kaldığı bir hayatta bu ısrar neden? (Ama bunu size ben sormuş oldum!)

Ses, zaman gibi varlık’ın bir boyutudur. O halde zaten konuşmak zorundayız, yani, ister istemez sesimizi çıkaracağız. Dil ise zaten “ses”tir. Yazmak ise bu sesi kullanmaktır, yani dili icra etmektir. Nihayetinde, yeryüzünün bomboş; bizimse tek başına varlıklar olduğumuz hatırlanırsa, can sıkıntısı ve kaygının zorlamasıyla gördüğümüz durum budur.

Hikâyelerinde -bir olay ya da durum- anlatmaktan daha ziyade kendine seslenir gibisin. Bu iç monologlar kimi zaman felsefi bir dile yaklaşıyor. Bu durumu biraz açmak ister misin?

Öyküler hayata, toplumsal olana, bir olaya yaslanarak kurulabilecekleri gibi bir söyleme de bağlanarak kurulabilirler. Böyle olunca ciddi bir itiraz –yazarak dillendirilmiş oluyor; çünkü söylem öyküde itirazdır; bir tavır ve tutum alıştır. Ben felsefe ve şiiri önemsiyorum. Müziği de. Dolayısıyla dili icra etmek için yine dilin kendini kullandım; bu kısır döngü değildir, yalnızca bir döngü ama kısır değil. Bugün için öykü neyi dile getiriyor olursa olsun eğer derinlik, iyi bir dil icrası söz konusu değilse pek gereksiz bir uğraştır.

Sözünü ettiğinizin dışına taşan öyküler de var. (Ardımızda Kalan, Bir Tanıklık İçin Sayıklama, Yeni Durum…) fakat söylediğiniz genel olarak doğru. Bu öyküler hayatın yeniden inşası değil, dışarıdaki hayatın sonucu olarak, dıştakini iç’e taşımadan ve bu dış’ta olana karşı kurulmuş söyleme yaslı bir öykü. Belki böyle tanımlamak mümkün. Ve bağlamını da yaşadığımız günler olarak saptamalı.

Okuru zora koşan bir tercihten söz etmek istiyorum. Özellikle kısa çizgi ve parantez kısmen de noktalı  virgül işaretlerinin yoğun olarak kullanılması  akıcı bir okumayı zorlaştırıyor gibi. Okura "Dur ey okur, aklına ilk gelene kanma. Biraz yor bakalım zihnini!" mi diyorsun yoksa?

Okuru bilerek zora sokmak değil, güçlükler çıkarmak da değil; ama güç ve zor olanın sahasında olduğumuzdan kaynaklanan bir durum bu söylediğiniz. O işaret kullanımı, biçimsel bir tercih, anlam üzerinde bir etkisi söz konusu, dilin, kendi dışına taşmak arzusu; özellikle noktalı virgüllerin bir süre sonra imlanın ötesine geçtiği görülecektir.  

"Omuz Hizasında", "İsyancılar Çarşısı", "Anlatıcının  Üç Günü", "Parkta Oturanlar" benim daha bir dikkatimi çeken, cezbedici bir yönü olan hikâyeler olarak dikkatimi celbetti. Senin için daha öne çıkan ya da anlamı daha derin öykülerin var mı?

Adını andığınız öyküler, benim de içime sinen, iyi sonuçlardan. Ben “İnsan ve Çamur”,  “Eski Günler” gibi birkaç öyküyü daha katmak isterim. “Derin”lik için niyeyse aklıma şu geliyor: “Bilmemesi gerekeni bilmek isteyenin vay haline!” Hangi öyküde okumuştum bunu, şimdi hatırlayamadım, ama hiçbir zaman neyi bilmememiz gerektiğini bilemeyebiliriz. Konunun dışına taşmak üzereyiz sözü burada bırakmalı.

 

http://www.dunyabizim.com/news_detail.php?id=5246