Sözdeniz

Sözdeniz

Rüştü Yılmaz

 

Bugüne kadar Yedi İklim ve Dergâh gibi edebiyat dergilerinden şiirlerini tanıdığımız şair Kenan GÖÇER’in Sözdeniz adlı şiir kitabı Okur Kitaplığı’ndan nihayet çıktı. Kısa sürede baskısı tükenen Sözdeniz’in aynı yıl içinde ikinci baskısı söz konusu.

 

Şiir kitaplarının pek okunmadığı günümüzde Sözdeniz, bir çırpıda okunacak kitap gibi durmuyor. Diğer yandan, farklı okur kesimlerini kendinde toplayacak bir duruşu var Sözdeniz’in.  Sözdeniz, iki kitap şeklinde çıkmış gibidir okuyucunun önüne. Niçe’den Mektup’a kadar olan şiirler, şairin farklı zaman dilimlerinde farklı duygulanmalarını yansıtır ve o kısma birinci kitap; Niçe’den Mektup şiirini da tek başına ikinci kitap olarak düşünebiliriz. Niçe’den Mektup başlığı altında Giriş ve Gelişme olarak bölümlenen ikinci kitap, kendi içersinde bir bütünlüğe, bir kompozisyona sahiptir.

Sözün hasını söyleme özlemi, şairin ruhuna, sözlerine bir simetri kazandırmıştır. Ve şair, şiirin sadece basit, anlık duygulanmalar değil; onun ayrıca, Turgut Uyar’da, Edip Cansever’de, Sezai Karakoç’ta, Cahit Zarifoğlu’nda, Fazıl Hüsnü Dağlarca’da, Behçet Necatigil’de ve İsmet Özel’de olduğu gibi bir hesap kitap işi olduğunu, kendi şahsına münhasır olarak göstermiştir.      

 

Birinci Kitap

Birinci kitap, şairin farklı kavramları, durumları ve temaları işlediği metinlerden oluşmuştur. Bu unsurlar, farklı şekillerde işlenmiş olsa da metinlerde, şairin tüm bunlara, mensubu olduğu medeniyetin aralığından kuş bakışsal manadaki seyri, eserlerin arka planındaki bütünlüğe götürür bizi. Bu bazen gizli, bazen de açık olarak kendini hissettirir.

Eleştirmenlerden, dağınık gibi görünen eserlerin arkasındaki bütünlüğü fark etmelerini isteyen Baudelaire, inşaa ettiği dilsel yapıların bütünlüğünün fark edilmesini gerekli görmesi, burada anılmaya değerdir.

Deha, taştan, topraktan, tabiattan ve toplumun kürek kemiğinden bir şeyler koparan güçtür.[1] Şair dehası, bu farklı unsurların halitasından estetik dilde bir sözsel yapı kurar. Bu yapı, tek tek parçalara takılmadan dikkatle incelendiğinde, birbiriyle kaynaşan parçalardan oluşan genel görünümü, bizde bir duygu uyandırır, genel kanaat bağlamında. Parçalar bütünleştirilemediği zaman, esaslı bir duygu ortaya çıkmaz. Ana fikri ve hikâyesi hissedilmezse şiirin, genzi yanarak yutkunmak zorunda kalır mısraları okuyucu. Ve eser doğru yorumlanamaz, insicamlı bir tahlil de yapılamaz.

Sözdeniz’in birinci kitabı, bencilleşme derecesinde münzevileşen duyguların değil; insana, zamana, mevsimlere, çevreye, tarihe duyarlı bir bakışın şiiridir. Aitliğini hissettiği medeniyetin aralığından tarih, aile, dost, yalnızlık, özlem, ülke ve dünya genelinde yaşananlar ışığında,  kavram ve durumları yansıtmıştır.

 

Bir eseri derli toplu değerlendirmek, tutarlı çıkarımlar yapabilmek, şairin dil aracılığıyla yaptığı göndermelerin, işlenen tema ile üslûp ve kullanılan sözcüklerin uyumlu olup olmadığı gerçeğindeki noktaya taşır. Şairin ruhu, yapılan göndermeler, seçilen sözcükler ve kullanılan üslup ile bir ünsiyetlik kurmuştur. Muhteva - şekil ilişkisi etle kemik gibidir. Aylardan Eylül, tuhaf bir melankoli olarak işlenmiştir. Bahar ve yaz ayları, coşkuyu, dostluğu, canlanmayı, toplanmayı ve tatlı bir hüzne müsavi anları hatırlatır şaire. Özellikle bu tarz şiirlere, lirik ve müzikal bir eda hakimdir.

Tüm bu bilgilerin izleğinde Sözdeniz’de, şairin şiirlerinin besi suyu; tarih, dış dünya, aile, maddi ve manevi dost çevresi, gurbet, yalnızlık duygusu ve hayat karşısında kendi ferdi duygulanmalarıdır diyebiliriz. Metinlerin bazıları, belli maddi ve manevi muhataplara kodlanmış birer dilsel yapı şeklinde karşımıza çıkmıştır: Gibi, Seni, Yürümek, Zaman makinesi, Doksanlar şiirine karşı iyidir, Bâki, Babalar ve Oğullar, Eve varınca, Yazsam, Sarkacın çıkardığı sesler öncesi yürüyüş, Ah minel aşk. Buralarda şairin sesi, üslubu, seslendiği kişi ve gruplara göre farklılaşır. Bazen ironikleşir, bazen içtendir. Hesapsız, halisane sevilende adeta tüm güzellikler toplanırken, üslubun coşkulu ve oturaklı hali dikkat çeker. Tenkidin nefesini soluyan dilsel yapılarda ise, alaycı bir anlatım vardır: Yazgı, Küçük oyunlar, Gitmekler, Ayrı, Us, İlenti, Konya’da Zaman gibi şiirler, yalnızlığın ve şairin kendisini şöyle bir durup değerlendirdiği şiirleridir.        

Dost ve aile çevresinden uzaklaştığında, farklı kesimlerin sesleri duyulur: Doksanlar şiirine karşı iyidir, Sarkacın çıkardığı sesler öncesi yürüyüş, Siyasî, Her sabah.

Metinler, kendi beninin şiiri olmaktan çok, ilhamını dışarıdan alan bir kültür şiiridir. Bu da şairin hayatla ve geçmişle içli dişlı oluşunun göstergesidir. Yine bu durum, hayata bir sorumluluk duygusuyla yaklaşmasının delilidir. Göçer ruhu, bencil bir hayat algısını engeller. Şiirlerinin genel havasına sinmiş olan canlılık ve uyanık bilinç; miskinliğe, melankoliye sırtını dönmüştür. Yol arkadaşları canlı olsun ister, Niçe’den Mektup’ta.

Cildi tahrif edilmiş kitabın yetmiş cildini ilk fırsatta konuşmaya hazırdır. Çaresiz kaldığında tutunacak, hayata tutunduracak bir çıkar yol bulur Konya’da Zaman’da. Ve yine muğlak tarihin sayfaları açılsın diye, umutla kalkıp bineriz otobüse her sabah. Kıyametin (uykunun) ardından her kalkış bir kıyamdır. Bu dizeler, canlılığa birer delildir.

Şairin göçer ruhu hep uyanıktır. Aynı güzel ahlak medeniyetine mensup şairler gibi, İslâm coğrafyasında yaşananlara Yürümek, Siyasi ve Değil, bireysel kibirlere, kurumsal zulümlere ve toplumsal cehalete bîgâne kalmamıştır. Ferdi duyuşlarla başlayan mısralar belki de şairin bile farkında olmadan onu hayatın içine çekmiş, sosyal yaşamın bir yönüne, tarihe vurgu dizesiyle sonlanmıştır. Şair dert ettiği unsurları şiirinde işlemekten çekinmemiştir. Bu nokta, şairi C. Zarifoğlu, S.Karakoç, Necip Fazıl, M. Akif, Nuri Pakdil gibi şairler halkasına eklemlendirir. Bu meyanda ‘kalbinde hastalık olanlar ve kalbine dönemeyenler, verilen selamı alamayanlar’ eleştirilir. İlenti, Niçe’den Mektup, Beni kim tanımaz ve Siyasi gibi şiirler bu bağlamda okunabilir.

“Mansur olmadan enel hak denmez” sözü ışığında, abartılı ifadeleri terennüm edenlere, duygu sallayanlara da Doksanlar şiirine karşı iyidir, metninde olduğu gibi ironik bir dille eleştiri getirmiştir. Tarih, edebiyat, geçmiş ve siyaset bilgisinin beslediği şiirlerle, geçmiş zamana göndermeler yapar; kişi, eser, ülke, coğrafya bağlamında. Özellikle bu metinlerde şairin kendisini politize ettiğini de görürüz. Duruşunu netleştirir buralarda. Var olmanın sürekliliği de zaten, şimdinin terkisinde geçmişin olmasıyla mümkündür.

İnsan geçmişle irtibatı olan tek varlıktır. Bu değerlerle bağlantının kopuşu, şairi tümüyle bir hiçlik duygusuna sürükleyecektir.[2] Geçmiş ve tarih (tarih kavramı burada maddi-manevi, tasavvufi ve edebî geçmişi içine alır) bir nevi şairin direncini artırır. Geçmişle şimdinin hemhâl olduğu noktada, şaire olgunluk alanı da açılmıştır.

Umudun ve direncin arttığı noktada, şairin zihinsel, yaşamsal olgunluğu da artar. Algı düzeyinde bir değişim de yaşanır.  Us şiir bunu çok açık gösterir. Konya’da Zaman şiirinde çocuk sevgisi ile Mesnevi, Konevi okumalarının birlikte işlenişi; Yürümek’te Seyit Onbaşı’nın ‘baruttan yağmur altında sen hey/güneşli bir gün gibi yürüdün’ dizeleri, yine İlenti ve Beni kim tanımaz şiirleri, bir manevi atmosfer içerisinde okuyabildiğimiz şiirlerdir.

‘Taçlansın zevklerimin sınır bilen yaprakları’ dizesinde,  beşeri zevklere bir sınır çizerken, ‘gönlünü sade bil’irken, duyguların abartılı ifade edilişini alaysı bir dille eleştirirken,  tasavvuf terbiyesi içerisinde mündemiç olan “denge” kavramını bizlere hatırlatır. Buralarda şair, kendini Niçe’den Mektup şiirine adım adım hazırlar.

Geçmişi ve durumları, maddi- manevi hayatı, ferdî hissediş düzleminde geriye gidişlerle şekillendiren şair, dışına bir şeyler söylemek ister. Beni kim tanımaz şiiri, özellikle burada anılmalıdır. Dışarısı, gözlemlenmesi, işlenmesi ve sanata dâhil edilmesi gereken bir olgudur. Biraz da şairin çevreye bir şeyler söyleme, duyurma emeli bu seçimde etkilidir. Ki, Eliot bunu uygarlık bağlamında çok net ifade etmiştir: Uygarlık, sağlam bir uygarlıksa, büyük ozan (şair), öğrenimi ne olursa olsun ülkesinin her yurttaşına bir şeyler söyleyebilir.[3] Öyle ki, şair bunu Niçe’den Mektup şiirinde çok yoğun olarak hissettirecektir.

Tarihi ve siyasi kavramlara, isimlere göndermelerin şiirde kullanılışı, şairdeki tarih ve siyaset ilimlerinin, hayatın algılanıp yorumlanması noktasındaki önemini gösterir. Özellikle bazı internet sitelerinde, iktisat ilmiyle de içeriğini zenginleştirerek yayınladığı bu konulardaki yazılarının varlığı, şairin yazın belleğinin geniş haritasını gösterir. Ve şiir sanatını bu geniş zihin haritası sürekli beslemiştir. Edebi, tarihi, siyasi birikimlerin ‘arka kültür unsurlarının’ beslemesiyle harmanlanan içerik, ferdi duyuşun derinliğiyle işlenmiştir. Sözcüklerin birbiriyle bağlantılı, yerli yerinde kullanılmasıyla oluşturulan ‘çağrışımsal zenginlik’ şairi, ruhsal alanda kendine özgü bir atmosfere çekmiş ve şairin söylemini bir sonraki mısraya adeta hazırlamıştır. Birbirini anımsatan sözcüklerin kullanımı, üslubu hakkında söylenecek kayda değer özelliktir: Kapı-açılmak, bahar-bahadır, masa-çalışma, rüzgar-toz, varis-tevarüs, haki-Baki, ah-eyvah, yaz-bahar, kır-dostluk-sevinç-vuslat, nisan-mayıs-haziran-balkon-sohbet-mutluluk, han-sur-burç-çadır, su-göç-yörük-hanlık, kule gibi. Özellikle bu tür nitelik taşıyan mısralar, şiirler ‘yolda tamamlanmış’ hissi uyandırıyor okuyucuda.

Doğaya ait unsurların ‘hal izahında’ benzetme sanatının incelikleriyle kullanılması, şiire renk katmıştır. Okuyucu için bu durum ufuk açıcı niteliktedir: Gelip Geçen, Yürümek, Doksanlar ..., Sarkacın ..., Kan, Güneş Rengi, Yazgı, Eve Varınca, Değil gibi şiirlerde sıfatlar, benzetmeler yer yer kullanılmıştır. ‘Söz kuruluğu’ biraz serinler bu anlatımda. Ki, bir sözden çarşı ve hanlar yoksa nasıl kurulur?     

Özellikle tarih, tasavvuf ve edebiyat üçlemesi, şairin ufuk genişliğini, buna bağlı olarak şiirin anlamsal zenginliğini ortaya çıkarmıştır. Gelip geçen şiirinde ‘su’ kavramı, çok anlamlılığa en güzel delildir. ‘Su ki, şehri var eden...’ dizelerinde, hem tarihe hem de dini öğretiye göndermeler vardır. Evvel zamanlardan beri su kenarlarına yerleşim yerlerinin kurulması, suyun uygarlığı, vuslatı, temizliği ve bereketi temsil etmesi, yukarıdaki çıkarımı destekler.                                                                     

Yunus Emre’nin ‘Suyıla geldi bile dört türlü hal / Ol safadır, hem saha lutf u visal’ dizeleri, ‘Şimdi hiç yeri değil su varken hüzünden konuşmanın’ ifadesinde, şairdeki yankısını bulur. Şair, kendine ve dışarıya ait anmaya layık hangi değerleri, unsurları fark ettiyse, bunları şiirine taşımıştır. Metinlerinde okuyucuya zengin bir sofra sunan şair, onları belli bir bilinç katmanına da taşır. Şiir, bilincimizi genişletir, duygularımızı inceltir.[4] Şiirle incelen ruh ve duygular duyarlı hale gelir.

Zamanın durduğu, yalnızlığın hissedildiği, özlemin arttığı anlarda, şair içine döner. Ve biraz hüzünlüdür ‘bölünmüş parçalarız şimdi/ayrı ülkelerde’ derken. Balkonlu günleri, haziran akşamlarını anarken ve yine dost bulamadığında. ‘Kalp ve aklın biribirine alışık olduğu’  zeminde, daha çok maddi ve manevi;  dost, aile, özlem, tarih, siyaset gibi konuları, temaları işleyen şair, Niçe’den Mektup’ta,  ikinci kitapta sesini, üslubunu, şiirinin içeriğini biraz farklılaştırmıştır. Sezai Karakoç’ta ifadesini bulan ‘Gül Medeniyeti’nin söylemini burada bıçkınlaştırmış ve kalenderi bir vaiz edasıyla ‘ölümün cesur körfezi balkon’dan konuşur hale gelmiştir.                     

 

Milat Gazetesi


[1] Sezai Karakoç, Edebiyat Yazıları-Dişimizin Zarı,  Diriliş Yayınları, İstanbul, (s.9.)

[2] Prof. Dr. Ramazan Korkmaz, Yeni Türk Edebiyatı (1839-2000) El Kitabı, Grafiker Yay. Ankara, 2004,  s.143.

[3] T.S.Eliot, Denemeler, çev. Halit Çakır, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1988, s.22.

[4] A.g.e., s.20