“YALNIZLIK ZARİF ŞEY”

“YALNIZLIK ZARİF ŞEY”

Üçüncü romanı olan “Düş Kesiği”yle Oğuz Atay Roman Ödülü’ne değer görülen Güray Süngü 2010’dan bu yana aldığı ödüllere bir yenisini ekledi.

 

08 Ağustos 2014 Cuma - Aksam.com.tr

 

Adnan ÖZER
[email protected]

Bu yıl İlk kez verilen Necip Fazıl Ödülleri’ni hikâye dalında bu genç yazarımız aldı. E dergisinde 1990’ların sonunda başlattığı çıkış pırıltılarla sürüyor... 

Sizce edebiyatın psikolojik olarak sınırları nedir? Yani insan ruhunun derinliklerine Dostoyevski’yle birlikte bir iniş var ama bir metin ne kadar klinik özellik taşıyabilir?
Bunu ben de merak ediyorum. Yazma maceram, bir sabah bütün soruların cevaplarını bilir vaziyette uyanmamla başlamadı. Bir sabah bütün sorulara bir cevap vermeye çalışmaya başlayayım artık yoksa delireceğim diye başladı. Bu mecazen böyle tabii. Bunları bu sorunun cevabını bilmiyorum demek için değil, aksine bu sorunun cevabını arama sürecimde yazdıklarımdan konuşuyoruz şu an; ne mutlu bana demek için söylüyorum. Dostoyevski insan ruhundan bahsederken, yanılarak onun insan ruhunu çözdüğünü düşünebiliyoruz. Bence öyle değil. Dokunabildiği kısımları tarif etti en fazla. Ki aradan epeyce zaman geçti. İnsanlar olarak milyonlarca cinayet işledik, binlerce katliam yaptık bu esnada. Bir intihar önlemi olarak hava boşluklarına ağ gerilmesine şahit olduk. Bunlar, hayatımızı yaşarken haricen seyrettiğimiz şeyler değil, hayatımızın içinde olan şeyler. Düş Kesiği’nde şöyle bir cümle var: Balık yüzme bilmez ve denizde değildir. Onun denizde olduğunu söyleyen de, yaptığı işin yüzmek olduğunu söyleyen de biziz. O sadece yaşıyor. Aslında Düş Kesiği insanın kendisini kurcamalası açısından klinik bir okumaya tabi tutulabilir. Bunu yapmaya çalışayım. İnsanın kendisi, ben. Ama peşine düştüğüm şey, “kendinizi bile anlatsanız o kendiniz değildir artık, başkasını bile anlatsanız, sizdeki başkasıdır o artık” değildi. Bu vardı, tabii ki vardı ama bununla sınırlı değildi. Gerçekle “uydurma” olanı, uydurma olanı gerçek, gerçek olanı uydurmaymış gibi kurarak, sonrasında ise ya hepsini uydurma, ya hepsini gerçek diye göstererek yazmak, gerçekle “uydurma” olanın birbirine karışması ile yapılabilir diye düşündüm. 

 

Gerçek ve uydurma karakterler

Bunun için bir gerçek karaktere (anlatıcı, yani romandaki Gereksiz Yazar) ve bir uydurma karaktere (romandaki M, yani gereksiz yazarın yazdığı romanın karakteri, yani Düş Kesiği romanının içindeki roman için uydurulan karakter) ihtiyaç duydum. Gereksiz Yazar gerçekti (Düş Kesiği romanı için gerçek, çünkü romanın karakteri) çünkü romandaki gerçek insandı o. Yürüyen, konuşan, var olan. M uydurmaydı, (Düş Kesiği romanı için uydurma, çünkü Düş Kesiği romanının içindeki romanın karakteri) çünkü romandaki “roman karakteriydi.” Ama tuhaf olan şuydu ki uydurma karaktere (M’ye) kendi hayatımı, uydurmayı yapan gerçek karaktere (Gereksiz Yazar’a) ise uydurduğum bir hayatı yazdım. Ama yazarın her ne yazarsa kendisinden izler taşıması söz konusudur diye inandığımdan, gerçek diye yazdığım uydurma karakter (Gereksiz Yazar), uydurma diye yazdığım gerçek karakteri (M) yazarken, ona kendi hayatından unsurlar kattı. Böylece gerçek ve “uydurma karakterler”, gerçek ve “uydurma hayatlar” iç içe geçti. Bunu yapmak benim için son derece haz vericiydi. Gerçeğin uydurulmuşluğu ve hayalin gerçekliği için kendime ispat idi. Öte yandan ayrıca hem haz verici hem de yaralayıcı idi çünkü işin sizin deyiminizle klinik tarafına bir bakıştı. Ben neyim, nasılım, insan ne, insan nasıl. Ve ötesi, değişir mi, neye maruz kalırsa nasıl değişir, neye direnirse bu değişim ne yönde etkilenir. Yani benim için cevaplaması çok zor. İnsan, imkânsız bir romana götürüyor bizi.

 

Kış Bahçesi ve Düş Kesiği bilinçakışı dozu yüksek birer anti-roman gibi geldi bana; ikisinde de yazar devreye giriyor, figür olarak ikisinde de birer yazar var çünkü. Bu anti-roman meselesini biraz konuşalım mı?
Biz postmodernist romanla henüz pek barışık değiliz, bir de onun da bir türevi sayılabilecek anti-roman henüz çok fazla dolaşımımıza girmiş bir şey değil. Üstelik bildiğim kadarıyla bu konuda ilk yazı ülkemizde altmışlı yıllarda yazılmasına rağmen... Değişik gerçeklere değişik anlatı biçimleri denk düşer diye bir sözü vardır ya, Butor’un, ben böyle konularda çok daraldığım zaman o sözle rahatlamaya çalışıyorum. Neden daralıyorum; çünkü anti-roman ya da diğer adıyla yeni roman -ya da en bilinen örnekleriyle Kafka, Joyce- bir taraftan saygın kabul edilirken, bir taraftan da anlaşılmaz, kasvetli ve meselesiz bulunurlar. Oysa mesele bazen romanda anlatılan hikâyedir, bazen de romanda anlatılan ya da anlatılamayan hikâyenin o şekilde anlatılmasını kaçınılmaz kılan hayat dediğimiz şeyin insana yaptığının ta kendisidir. İki kabilenin bir ay içinde birbirleriyle pala ve baltalarla savaşarak bir milyon can kaybetmelerini sosyolojik ya da siyasal olarak gerekçeleri, süreçleri ve sonucuna göre romanlaştırabiliriz. 

Dehşetin kenarındaki manzara

Ama dehşet verici olan, bu romanı yazarak kendisini bu derde deva olmak durumunda hisseden romancının, bu romanı yazma çabasını anlatmak. Bu hikâyenin içinde savaş bütün çıplaklığıyla yer alırken, meselenin anlatılamazlığı da çok kati biçimde yer alacak çünkü. İşin karmaşıklaşması, katilin sürekli yer değiştirmesi (çünkü bir katil kardeşi, diğeri karşı komşusu), anlatıcının değişmesi, zamanın kırılması (çünkü hangisi önce öldü, kardeşim komşumu bıçakladığında komşum da baltayı mı indirmişti, ben neredeydim o sırada?) bunlara roman maruz kalmak zorunda. Eğer o romanı uzaydan bakarak değil de o köyde yaşayarak anlatıyorsanız. Dehşetin kenarında manzara asla net değildir. Tabii burada anti-romanı epeyce kısıtlayarak ve tekniği biraz kabaca gerekçelendirmeye çalışarak konuşuyoruz. Bahsettiğiniz iki romanımda anlatının hikâyesinin peşine düştüğümü söyleyebilirim. Kış Bahçesi ölümsüzlük arzusu ve romanın hayata tercih edilmesi meselesiyle alakalı gibi biraz. Düş Kesiği ise ilk soruda ifade etmeye çalıştığım çatının içinde, insanın en büyük yanılgısının kendisi hakkında olduğu çıkarımına doğru giden bir roman. Bu çıkarıma doğru gitmek için anti-romanın çaprazlama, yanılsama, yorumlama gibi araçları, okurun da karakterdeki yanılsamalara dâhil olabilmesi için işlevsel.

Postmodern yazarlar arasında gösteriliyorsunuz. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz?
Romanın imkânları penceresinden bakmak daha çok işime geliyor bu konuda. Postmodern romanın sunduğu bazı imkânlar var; mesela üst kurmaca, bilinçakışı, metinlerarasılık hatta ironi. Dördüncü Tekil Şahıs benim ilk romanım, üniversite öğrencisiyken, yaraların taze olduğu dönemde bilinçakışı ile yazılmış bir romandı. İroni de vardı işin içinde. Tam emin değilim ama o zamanlar postmodern romanın imkânı olarak bilinçakışı diye bir başlık atamazdım muhtemelen. Kış Bahçesi’nde ise hem üst kurmaca ve hem de diğer unsurlar birer imkân olarak belirgin. Aynı şekilde Düş Kesiği bir üst kurmaca. Ama bu iki roman, Dördüncü Tekil Şahıs’ın saflığına sahip değil, bile isteye sadece öyle yazılırsa olacak hissettiğim için öyle yazılmış romanlar. Bu durumda Dördüncü Tekil Şahıs’ta postmodernizm bazı postmodernist imkânların kullanılması olarak tezahür ederken, diğer iki romanda teknik sadece araç değil, romanların hikâyelerinin çatılış biçimi, hikâyelerin ele alınış biçimi olarak da postmodern romana işaret ediyor. Postmodernist roman, modernist romandan çok ayrı düşünülemeyecek olsa da, modernist romanın idealini reddetmesi hasebiyle olumsuz bir çağrışıma tabii ki sahip, özellikle bizim ülkemizde ve edebiyat ortamlarımızda, bunu biliyorum. Ama bunlar da tartışmaya açık meseleler.

‘Çok yalnızım ve ölüyorum’

Kitaplarınızda “şehir” doku olarak çok yer almasa da şehirli bir yazarsınız, şehirdeki insan tekinin yalnızlığını anlatan zarif üsluptan dolayı bu böyle. Bu üslubunuzun kaynakları neler? Çalışmak mı, sezgiler mi?
Bir üniversitede konuşurken, genç bir öğrenci arkadaş bana hikâyelerinizde neden insanlar hep çok yalnızlar ve her hikâyede birileri ölüyor demişti. Gülerek “Çünkü çok yalnızım ve ölüyorum” demiştim. Hep beraber gülmüştük. Oysa bu sözü hatırladıkça bile içim acır ama bu her yerde söylenmez. Aslında burada da söylenmez ama söyledik bir kere. Klişe şu; bu şehir o kadar kalabalık ki yalnızlığımızı fark etmiyoruz, karmaşa bunu fark edebileceğimiz ayıklıktan uzak tutuyor bizi. Ama gerçek de bu. Sorunuza gelince, çalışmak ya da sezgi ya da başka bir şey dersem, bunun bir başarı olduğunu kabul etmiş sayılacağım. Bu benimle alakalı değil aslında, yalnızlığın kendisiyle alakalı. Yalnızlık zarif bir şey, bunu Zarifoğlu’nun Yaşamak kitabını okurken hissetmiştim. O kitapta Zarifoğlu der ya hani; “Hiç bu kadar büyüğünü görmemiştim... yalnızlığın” diye. Ben de şöyle diyeyim; hiç bu kadar zarifini görmemiştim, yalnızlığın. Bir de başka bir okurum bu romanda neden hiç ağaç yok demişti? Ağaç olsaydı roman mutlu sonla biterdi, demiştim. Bu tersten okumaya müsait bir mesele diye aklıma geldi galiba.

 

Necip Fazıl Hikâye Ödülü’nün sahibi oldunuz ve bu ödül ilk kez düzenlendi. Ödül’ün ilk sahibi olmak nasıl bir duygu? Bu, aynı zamanda bir misyonu da beraberinde getiriyor mu? Necip Fazıl Kısakürek edebiyatının hangi yönü sizi daha çok cezbediyor?
İlk sahibi olmak, sahibi olmak, değer görülmek, bunlar üzerine çokça konuşulabilecek ama pek konuşamayacağım şeyler. Ödül bana haber verildiğinde “Necip Fazıl için açılan parantezin içinde, adımı Hüseyin Atlansoy’un yanına yazmışlar, artık ölebilirim” yazmıştım sosyal medyada. Bir sorumluluğunun olup olmaması meselesi de önemli öte yandan. Nasıl Oğuz Atay Roman Ödülü’nü alınca bu ödül Tutunamayanlar’ın yazarının anısına verildiğinden, ödülü elinizde havaya kaldırıp başardım işte diyemezseniz, Necip Fazıl Hikâye Ödülü karşısında da takınmamız gereken bir tavır var muhakkak. Ama işin özünde, ortaya hakiki bir sanat eseri, bir roman, bir öykü koyabilmek gibi bir derdimiz varsa, bu derdi sahici biçimde yaşıyor ve taşıyorsak bana göre bir çok sorunu aşmışız demektir zaten. Burada sorumluluk meselesi, görev meselesi, sanatın işlevine de götürecektir bizi. Burada ters bir şey söylememeye dikkat ederek söylemem gereken şey şu; bir edebiyat eseri dünyayı değiştirir. Buna kalpten inanıyorum. Ama bir edebiyat eseri dünyayı değiştirsin diye yazılmaz. Başka türlü olamayacağı için yazılır.

 

Kaynak: http://www.aksam.com.tr/ekler/yalnizlik-zarif-bir-sey/haber-330179