“Yaşamak Beni Körleştiriyor”

“Yaşamak Beni Körleştiriyor”

 11 Kasım 2011

Güray Süngü, Kış Bahçesi adlı yeni romanında birbirinden “bağımsız” iki farklı hayatı anlatmakta. Bir tarafta çocukluğundaki saflığı yani bir bütünden kopuş macerasını arayan bir yaşlı adam, diğer yanda roman kahramanı olarak ölümsüzlük payesi kazanmak isteyen bir genç. Nostalji ile hayata tutunmaya çalışmakla kurmaca bir eserin kahramanı olarak ölümsüzleşmeyi istemenin romanın merkezinde yer almasından dolayı Kış Bahçesi hem metnin bizzat kendisine odaklanılarak hem de metin dışı argümanlarla okunabilecek bir roman. Çünkü her iki anlatıda esas mesele bir dünya kurma çabasıdır. Güray Süngü ile son romanını vesile edinerek romandan kurmaca dünyaya, yeni şehirden kültürel süreçlerin tarihselliğine uzanan bir söyleşi gerçekleştirdik. 

 

Asım Öz

Kılı kırk yaran bir titizlikle, ince elenip sık dokunarak yazılan, emek ve sabırla işlenen Kış Bahçesi romanınız farklı okumalara açık bir roman.  Gündelik hayatın dönüşümü ve dönemsel değiniler yanında esas olarak; yazar, kurgu, ölümsüz olma isteği, karakterler vs yani temelde yazmanın esasına ilişkin meselelere odaklandığınızı düşünüyorum.  Roman yazarı karakterleri üzerinde bize ne söyler?

Bir çok açıdan bakmak mümkün tabi meseleye ama ben kendi romanımı açıklamaya çalışmaktan kaçınmalıyım. Diyebileceğim, bazı insanlar için yaşıyor olmak yeterli değildir. Bazı insanlar yaşadıkça tükendiklerini, hep bir şeylerini kaybederek yol aldıklarını hissederler. Durum buysa, kendilerini var edecek şeyin peşine düşerler. Bu, bazen ilk kaybın verildiği ana dönmek ve tekrar başlamak, bazen de kendi algısı dahilinde dünyada bir iz bırakma çabasına girmek şeklinde tezahür edebilir. Kabaca bunları söyleyebilirim karakterler ile ilgili. Bu söyleyişte Aziz dışarıda kaldı gibi ama öte yandan Aziz her iki duruma da uyan bir karakter. Bence tabi, okurdaki karşılığı bambaşka olabilir.

Kapak anlatılan iki hikâyeden sadece birisine odaklanmış sanki.

Evet kapak Harun'un hikâyesiyle alakalı. Ama finalde Aziz de bir bahçeye bakıyor. Oynayan çocuklara bakıyor. Aslında biliyorsunuz baktığı yerde bir inşaat var, çocuk filan da yok. Genelde öyledir zaten, nasıl bakarsa öyle görür insan.

Romanınızda anlatılan hikâyelerden biri yazma ile sıkıntılı bir ilişkisi olan Derya’nın bilinen bir yazarın roman karakteri/ kahramanı olmayı denemesi üzerinden bir dizi tartışma yer alıyor. Roman yazarı ile okurları arasındaki macera nasıl bir maceradır?

Yazar için okur yoktur aslında. Düşünsenize bir ilişki biçimi ama siz o cümleleri kurduktan bir kaç yıl sonra ilk muhatabına ulaşacak. O an bunun hayali sadece bir oyalanma aracı olabilir. Tabi ki okur için yazılır ama özellikle romanda hikâyeye ve kurguya girdiğiniz zaman okuru unutuyorsunuz, yazma süreci ve romanın kendisi amaç haline geliyor. Yoksa romanın farklı bölümlerinde farklı duygu halleri ile farklı okurlara ihtiyaç duyacağınız, farklı okur tiplerini hayal edeceğiniz için romanı bozabilirsiniz.

Romanınızın postmodern roman olarak anılacağını düşünüyorsunuz. Eleştiri dünyasındaki eğilimlerden biri yayımlanan eserleri postmodern etiketiyle yaftalayıp kötüleme alışkanlığıdır. Bu açıdan, postmodern eserlere ve akıma da yanlış bakma tuzağına düşebiliyoruz çoğu zaman. Bu noktada ne düşünüyorsunuz?

Ben bu konuda risk almaktan çekinmiyorum. Aslolan eserin niteliği. Ben kafamdaki hikâyeyi kafamdaki şekliyle, beni etkilediği şekliyle anlatmak zorundayım. Sanat diye bir şey varsa, bu özelliği ile müthiş zaten. Ayrıca, bir parça sinemayı, dünya edebiyatını takip etmek lazım.

Hem Orhan Pamuk hem de Umberto Eco Türkçedeki son düzyazı metinlerinde romandaki gerçek ile hayattaki gerçek konusuna getirdikleri yorumlarla yol almayı deniyorlar. Derya’nın romandaki gerçeklere yaklaşımından hareketle şunu sormak istiyorum: Neden, romandaki gerçeklere daha çok inanırız?

Aslında Derya'nın durumunda roman gerçekliğine daha çok inanmaktan ziyade, onu tercih sözkonusu. Bu da ölümsüzlük veya iz bırakma tutkusuyla tetikleniyor. İnsanda bu tutkunun varlığıysa başlı başına çok çok büyük bir konu. Muhtemelen bir sonraki romanım oldukça geniş bir şekilde bu iştiyakla alakalı olacak. Aslında yaklaşık on yıl önce yazmaya başladığım ve büyük oranda tamamladığım yediyüz sayfa civarı bir roman. Ama üzerinde çalışmaya devam etmem gerekiyor. Konunun bendeki karşılığına gelince; roman sadece hayatı içermiyor, anlatım biçimi, üslup ve teknik ile bir estetik sunuyor. Bu estetik bazen gerektirdiği zekâ bazen de gerektirdiği duygu ile beni kendisine hayran bırakıyor. İnsanın olağan tabiatıyla yüksek potansiyelleri arasındaki vasıtadır sanat. İyi bir romanla karşılaştığım zaman bilindik anlamdaki gerçeğin bende değerini yitirmesi bundan.

Roman taşıdığı sembolik değerden hareketle sizin tüm roman deneyiminizin bir tür minyatürü olarak da görülebilir mi?

Aslında bu değerlendirmeyi ben Düş Kesiği için yapabilirim. Kış bahçesinde bir yazar olarak daha dışarıdayım.

Kış Bahçesi gerçekçi kurgular içinde anlatılıyor. Bir yandan da olaylar ve üslup okurun –düş gücünü tetikliyor. Edebiyat açısından gerçek ile hayal arasındaki ilişkiyi nasıl yorumluyorsunuz?

Düşündüğümüz herşey gerçektir. Hiç görmediğimiz bir uçurum hayalimizde canlanıyorsa, o bile gerçektir. Beni hayal ettiğim bir şey, gördüğüm bir şeyden daha çok etkiliyorsa bunu başka nasıl açıklayabilirim ki. Ya da gerçeği yadsımam lazım, gerçek ne ki filan diye yaklaşmam lazım meseleye. Duygusal açıdan zayıfladığım zaman böyle baktığım da oluyor tabi. Kızdığım zaman insanlara.

Romanın temel izleği yazı/kurgu. Yazma ve yaratma süreçleri. Bu süreçlerin üzerine gitmenin romanı zenginleştirdiğini düşünüyorum.  Kış Bahçesi’nin karakterlerinin değil de yazarının yazı ile ilişkisi nasıl?

Zamana göre değişiyor. Ama yazmak için kendimi zorladığım azdır. Bazı romanların bazı bölümlerinde tıkandığım oldu, yazacak şey bulamamak ya da hikâyenin nereye gideceğini bilememek değil, ben genellikle romana başladığım zaman o roman kafamda bitmiş notlar halinde de bütün haritası çıkmış oluyor ama bazı bölümler insanı zorluyor. Sıkıntıya gark ediyor. Yıpratıyor bazı bölümler. Sonuçta sokakta sürdürmek zorunda olduğumuz bir hayat daha var. Bazen böyle. Bazen de yazmamak için zorluyorum kendimi, çünkü fazla yüklenmiş oluyorum, fazla duygu dolmuş bir anda oluyorum, o zaman yazılacak şeyler de romanın amacının dışına çıkacak, benim ihtiyaçlarıma hizmet edecek. Bunları gözetmek gerekiyor. En fenası bunları gözetmek için harcanan çaba bazen romanı yazmak için harcanan çabadan daha fazla oluyor. Daha yıpratıcı oluyor. İlk yıllar daha kolaydı, pek bir şey gözetmeden içinden geldiği gibi hareket ediyor insan ilk yıllarında.

Sizce bir kurgu yazarının işini en olumsuz etkileyen eylem nedir?

Zor bir soru. Uzun uzun düşünmem gerek aslında. Bir çok şey var, olabilir. Mesela çok insan tanımak, çok şey yaşamak, çok yere gitmek, böyle şeylerin yazarlar için iyi olacağı söylenir. Yazarlığı meslek edinenler için doğrudur da belki ama bende aynı etkiyi yaratmıyor. 'Yaşamak' beni körleştiriyor. İçimdeki kaynak yeterince zengin. Ya da ben öyle sanıyorum. Belki aptalcadır ama böyle inanıyorum. Hayatımın sonuna kadar bir odaya kapatılsam daha mutsuz olmazdım. Tabi ki çimenler, ağaçlar, deniz kokusu iyidir. Ama nihayetinde hayat, yaşadığımız şeydir.

Manasız sözcüğünün epey tekrar edilen bir hüküm oluşu da dikkatimi çekti…

Bu, romandaki karakterlerin hayatıyla ilgili desem yırtamam sanırım. Manaya rastlamayan insan mananın ne olduğunu bilmiyor olabilir ama manasızlığı yine de fark eder diyeyim...

Adı geçmese de Yeni Hayat’ın ilk cümlesine, şiirlere, vitrinli yılları çözümleyen eleştirilere değin pek çok göndermesi de var.

Aslında gönderme yapayım diye düşünmüyor insan ama sizi çevreleyen bir koza var ve siz orada geçen bir hayatı anlatıyorsanız o kozadan da bahsediyorsunuz. Roman bu gün buralarda geçtiği için bu göndermelerin olması doğal. Bir de Kış Bahçesinde tercih edilen üslup buna imkan tanıyor. Ayrıca biz de bir kitap okuyup da hayatı değişenlerdeniz sonuçta.

Her yazarın yazmaya nasıl başladığı merak edilir. Yazı maceranızdan söz eder misiniz?

Öyküyle başladım. Üniversite yıllarında. Öncesi de vardı tabi ama çok el yordamıylaydı öncesi. Üniversitede kıymetli insanlar tanıdım, bana emek verdiler. Roman yazmaya da başladım. Mesela bir kaç ay sonra Okur Kitaplığından ikinci baskısı yayınlanacak olan Dördüncü Tekil Şahıs'ı yirmi iki yaşında yazdım. Bir yarışmada ödül de kazandı hatta ama sekiz yıl uğraştım yayınlatabilmek için. Başta herşey çok zor, çok sancılı oluyor.

Yazmak kimi zaman anlatılması güç ruhsal kaynaklardan beslenir. Fakat yadsınamaz bir kaynak da başka yazarlar, başka sanat ürünleridir. Sizin kaynaklarınız neler? Etkilendiğinizi düşündükleriniz kimler?

Çok isim var. Oğuz Atay, Kundera, Nobakov, Faulkner... Anlattıkları ve anlatım şekilleriyle. Kubrick filmleri, İnnaritu filmleri, İsmet Özel şiirleri... Led Zeppelin şarkıları... bir yıl kadar önce The Fall diye bir film seyrettim, hala hatırladıkça kafamı karıştırıyor mesela. Çok var yani.

Roman, var olduğundan beri kendini sorgulayan bir tür. Değişiklikleri içererek ilerliyor. Günümüz roman dünyası hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bazı açmazları var, bazı tuzaklara takılıyor günümüz romanı. Bence tabi. İyi kötü meselesi beni aşar, bundan bahsetmiyorum ama görünen bir şey var ki; konu seçimleri, hikâye seçimleri profesyonelce yapılıyor. Profosyonelce yapılan herşey çürüktür, kokar. Çok satacak hikâyeler kovalanırsa edebiyat diye bir şey kalmaz. Bunun okurda karşılığı var, bu alınır, bu okunur, bu gider, bunun dönemi şimdi denirse ortada konuşacak bir şey kalmaz. Ama her yazar kendi yolunu kendi çizer. Bazısı iz bırakma peşindedir, bazısı alkış. Bazısı çoğa sahip olmak istiyordur, bazısı çokta yok olmak.

Roman türü dönüşüyorsa nereye doğru gidiyor? Yeni bir türe mi evriliyor?

Bu mesele çok dillendiriliyor, tartışılıyor. Muhakkak bir değişim sözkonusu, insanın eşya ile olan ilişkisi değiştikçe hem kavramları, hem meseleleri değişiyor, bunun romanda da bir dönüşümü doğurması kaçınılmaz. Ama modern ya da postmodern ya da yeni roman denen türlere tepeden bakarsak, mesela Tristam Shandy tür olarak bir “yeni roman” örneği değil diyemeyiz, yanlış hatırlamıyorsam 1700'lü yıllarda yazıldığı halde hem de. Roman değişir, anlatım olanaklarıyla, gerçekliğiyle, meseleleriyle değişime uğrar belki ama kalır. Romana bir şey olmaz yani. Özellikle batıda romanın bir ürün haline gelişi ve getirilişi ile alakalı tuhaf tür ve yöntemleri dışarıda tutuyorum tabi bunları söylerken, çünkü onlar romanın değil, yeni dünya düzeni ya da en kaba tabirle kapitalizmin meseleleri.

Özyaşam, özkurmaca, yani kendimizi kurgulama ihtiyacı çok önemli bir şey. Roman dünyasında genel olarak özyaşamsal yazına doğru bir eğilim görüyorum. Bu eğilimi nasıl karşılıyorsunuz?

Bu da sanatın insanın kendini oluşturma çabasıyla kesiştiği yerde sanatçı açısından söyleyecek olursak düşülebilecek bir tuzak olarak görünüyor bana. Çok olanak barındıran ve haz veren bir süreç çünkü ama başarılı bir romanın ortaya çıkması için yeterli değil. Kundera'nın Yaşam Başka Yerde'si ya da Joyce'un Sanaçının bir Genç Adam Olarak Portresi çıkabilir ortaya. Ama çıkmazsa hiçbir şey çıkmaz. Yani ya mükemmel olur ya da hiçbir şey olmaz. Bu sebeple biraz temkinli olup biraz ciddiye almak gerek meseleyi.

Kültürel çalışmalara olan ilgimden olacak ben bir metni araçsallaştıramadan okumayı pek beceremem.  Metnin bize ne söylediği kadar araç olarak yer verdiği kimi anlatımlara biraz daha duyarlı oluyorum. Kış Bahçesi bağlamında düşündüğümüzde içinde bulunduğumuz zamanın yeni şehrinden kesitler sunuyor romanınız.   Romanın yan bağlamı olarak da düşünebileceğimiz bu okuma sürecinde dikkatimi bu şehirde kitapçıların değil, kitap mağazalarının var olduğu, mekanlarının çığırından çıkmış olduğu vs gibi hususlar dikkatimi çekti. Bir binadan diğer binaya gitmekle geçen bir hayat insanların iç dünyalarını nasıl etkiliyor?

Bu soru da epeyce uzun cevap gerektiren bir soru. Hedefler süreçleri değersiz kılmamalı. Bir buçuk saatlik bir filmde bir ömrü önümüze seren 'bir yenilgi hikâyesi' ile hayatımızı yeniden gözden geçirme kararı alırız ama otuz saniyelik bir reklamda gözümüze sokulan, atılan bir gol ilen gelen kutsallaştırılmış galibiyet ayağımızı kaydırır. Kaydırıyor da. Çünkü algımızı bozuyor. Tv dizileri filan diye klişelerden bahsetmeyeceğim. Alev Alatlı'nın paçozlaşma mevzusunda söylediklerine dikkat kesilmek lazım biraz. Düşünsenize, bir binanın giriş holüne altı metre yükseklikte tavan yapılıyor. Adamın birisi ekranda binalar gösterip, firavun edasıyla yaparım dedim yaptım filan diyor. Korkuyorum ben bunlardan. Birilerinin bunları asli olan, ideal olan gibi algılaması, hedeflemesi, bunlara imrenmesi beni korkutuyor. Benim dedem öldüğünde bir tek dikili taşı yoktu. Bize en güzel mirası buydu, aşınmış seccadesini saymazsak. Ama ben şimdi otuzbeş yaşındayım ve bir ev sahibi olamazsam hayatım bitecekmiş gibi düşünmeye zorlanıyorum. 

Geç kapitalizm zamanlarında beklentisizlik ne kadar mümkün?

Eğer beklentiden kasıt, edebiyatın yazara kazandıracağı bir şey ise bence bunlar birbiriyle alakasız meseleler. Algı bozukluğu yani. Profesyonelleşme, meslek diye yapma. Farklı şeyler.

Yazı eyleminin ve yazarın kapitalizme yenik düştüğü söylenebilir mi?

Söylenebilir ama bu bile bir algı bozukluğu nedeniyle olur. Biraz önce konuştuğumuz şeyle alakalı yani. Ben akşama kadar bir işte çalışıp kalan zamanlarda da roman yazmaya razıyım ve diyorum ki, diğerleri, yani yazmaktan bir şey, kazanç umanlar kalabalık etmesinler. Yazarak hayatı kazanma kazanamama meselesini konuşmak da çocukça geliyor bana. Keşke bütün yazarlar geçinmek için bir iş yapmak zorunda olmasalar da hep yazıyla uğraşsalar. Ama bu, yazıdan para kazanabilseler keşke demek değil. Hayatı idame ettirmek ile para kazanmak bambaşka meseleler ama arzular ile ihtiyaçları birbirinin içine geçiren yeni dünya için bu sözler anlam taşımaz.

Postmodern kurmacadan uzaklaşacağınızı söylüyorsunuz bu romandan sonra. Niçin?

Farklı bir türde yazmak isteği. Birbirine benzer şeyler üretmek istemem. Ama değişebilir de, çok tuhaf bir şey gelirse aklıma, ben bununla uğraşırım dersem... Bana hissettireceği duygu çok önemli.

Yeni Şafak Kitap 11 Kasım 2011